لله درك يا سحاب
لله درك يا سحاب فإنها ... صرح الهدى والعلم والإيمان
لله درك يا سحاب فكم بها ... من فارس في عسكر الرحمن
لله درك يا سحاب فإنها ... يَغْتصّ منها ذو الهوى الشيطاني
لله درك يا سحاب فكم أتت ... فتن تهزّ الشِيْخ والشبّان
فوقفت كالجبل الأشم ولم ولن ... تتزعزعي والفضل للمنان
فالله ينصر من يناصر دينه ... وعداً له قد جاء في الفرقان
وسحاب تنشر سنة وهداية ... من سنّة غراء من قرآن
وتذب عن دين الإله مقولةً ... بدعيةً من هالك حيران
وتحذّر الأغمار من رفض ومن ... قطبية وكذاك من إخوان
وكذا تحذر من جميع طوائف الـ ... ـبدع التي انتشرت بذي الأزمان
هذا وربي نصر دين الله بل ... هذا الجهاد بعينه وعيان
لكن أهل الجهل لم يجدوا لهم ... من حجّة فسعوا بكيد ثاني
فسعوا لتدمير لها لكنهم ... لم يفلحوا والفضل للرحمن
فسحاب ظلّت في علوٍ شامخٍ ... وهمُ بخزيٍ بل وفي خسران
واليوم تُتْحِفنا سحابُ بكُتْبِها ... أعني به الصرح الجديد الثاني
فيها نفائسُ من تآليفٍ أتت ... كالجوهر الدريّ والعقيان
كتب العقيدة والحديث وغيرها ... في حلّةٍ مسبوكة البنيان
فالله يجزي القائمين وكل من ... يسعى لنصر الدين والإيمان
7 Şubat 2010 Pazar
BABAM VE BEN
BABAM VE BEN
4yaş: Babam her şeyi bilir.
5 yaş: Babam çok şeyi biliyor.
6 yaş: Benim babam, senin babandan daha çok şey biliyor.
8 yaş: Babam her şeyi bilmiyor olabilir.
10 yaş: Babamın gençliğinde her şey çok farklıymış.
12 yaş: Aslında, babam bu konuda hiçbir şey bilmiyor.
Çocukluğunu anımsayamayacak kadar yaşlı.
14 yaş: Babama kulak asma, o artık çağ dışı kaldı.
21 yaş: Babam mı? Aman Tanrım! o hiçbir işe yaramaz
25 yaş: Babam bu konuda az da olsa bir şeyler biliyor. Ama o yaştaki
insanın bu konuda bir şeyler bilmesi normal zaten.
30 yaş: Bu konuda babamın fikrini alsak iyi olur. O kadar deneyimli ki!
35 yaş: Babama sormadan hiçbir şey yapmasam iyi olacak.
40 yaş: Acaba babam bu konunun nasıl üstesinden
gelirdi? Ne kadar akıllı ve deneyimli bir insandı.
50 yaş: Babamın yanımda olması ve bu konu hakkında fikir vermesini ne
kadar çok isterdim. Onun ne kadar akıllı olduğunu hiç taktir
etmemişim.
ONDAN ÇOK ŞEY ÖĞRENEBİLİRDİM
4yaş: Babam her şeyi bilir.
5 yaş: Babam çok şeyi biliyor.
6 yaş: Benim babam, senin babandan daha çok şey biliyor.
8 yaş: Babam her şeyi bilmiyor olabilir.
10 yaş: Babamın gençliğinde her şey çok farklıymış.
12 yaş: Aslında, babam bu konuda hiçbir şey bilmiyor.
Çocukluğunu anımsayamayacak kadar yaşlı.
14 yaş: Babama kulak asma, o artık çağ dışı kaldı.
21 yaş: Babam mı? Aman Tanrım! o hiçbir işe yaramaz
25 yaş: Babam bu konuda az da olsa bir şeyler biliyor. Ama o yaştaki
insanın bu konuda bir şeyler bilmesi normal zaten.
30 yaş: Bu konuda babamın fikrini alsak iyi olur. O kadar deneyimli ki!
35 yaş: Babama sormadan hiçbir şey yapmasam iyi olacak.
40 yaş: Acaba babam bu konunun nasıl üstesinden
gelirdi? Ne kadar akıllı ve deneyimli bir insandı.
50 yaş: Babamın yanımda olması ve bu konu hakkında fikir vermesini ne
kadar çok isterdim. Onun ne kadar akıllı olduğunu hiç taktir
etmemişim.
ONDAN ÇOK ŞEY ÖĞRENEBİLİRDİM
BİR AŞK HİKAYESİ
BİR AŞK HİKAYESİ
Üniversiteli delikanlı Kolejli kıza bir voleybol maçında rastladı. Okul salonundaydı... Tribünsüz,minik bir salon.... Seyircilerle, oyuncular arasında, sahanın çizgisi vardı sadece. O kadar yakındılar... delikanlı, bu tatlı, bu güzel, bu dünyalar şirini kızı ilk defa görüyordu takımda... Hoşlandığını fena halde hoşlandığını hissetti. Az sonra bir şeyi daha hissetti. Kız servis atarken hemen önünden geçti. Göz göze geldiler... kız gülümsedi. Delikanlı, çok popülerdi o yıllarda... kız onu tanımış olmalıydı. Kim bilir, belki kız da ondan hoşlanmıştı. Belki de delikanlı öyle olmasını istediği için ona öyle gelmişti. Set değişip, takım karşıya gidince, delikanlı yerini değiştirdi, o da karşıya gitti.... Üçüncü sette tekrara eski yerine döndü. Kızla gidiş gelişleri fark etmişti galiba. Bir defa daha gülümsedi. Manidar... “anladım” der gibi bir gülümseyişti bu. Delikanlı o hafta boyu hep bu dünyalar şirini kızı düşündü. Pazar gün, sabahın köründe kalktı, erkenden oynanacak maçı, ne maçı canım dünyalar şirini kızı görmek için... Delikanlı artık kızın hiçbir maçını kaçırmıyordu. Dahası... Ankara kolejinin her dağılış saatinde, okul civarında oluyordu, onu bir kez daha görmek için... Karşılaştıklarında, hafif çok hafif bir gülümseme, çok minik bir baş eğmesi ile selamlaşır olmuşlardı... Bir defasında, yaptığına sonra kendisi de günlerce güldü... O gün gene tesadüfmüş gibi, okul dağılımı kızın karşısına çıkmış, gülümseyerek selamlamış, sonra arka sokaklara dalıp, yıldırım gibi koşarak, bir blok ötede gene karşısına çıkmıştı... Kız bu defa, iyice gülmüştü. Karşısında, sözü ona ağır ağır yürüyen, ama nefes nefese delikanlıyı görünce. Delikanlı, voleybol takımının kaptanını iyi tanıyordu. Arkadaştılar. Sonunda bütün cesaretini topladı, kaptana açıldı. O kızdan fena halde hoşlanıyordu. Galiba kız da ona karşı boş değildi bir yerde, bir şekilde tanışmaları gerekiyordu. O zamanlar, bu işler böyle oluyordu çünkü. Kaptan “tabi” dedi. “Bu hafta sonu güzel bir konser var. Biz onunla gitmeye karar vermiştik zaten. Sen de gel. Hem konseri birlikte izleriz, hem de tanışırsınız.” “mutluluk işte bu olmalı” diye düşündü delikanlı “Mutluluk işte bu” Ve konser gününe kadar geceleri hiç uyuyamadı. Konser günü de hiç ama hiç unutmadı. O ne heyecandı öyle. Konserin verildiği sinemanın kapısında tanıştılar. El sıkıştılar. O güzel ele dokunduğu anı da hiç unutmadı delikanlı . kaptan, salona girdiklerinde, ustaca bir manevra daha yaptı. Delikanlı ile dünyalar şirini kız yan yana düştüler. İnanamıyordu delikanlı. Onunla nihayet yan yana oturduğuna, onun sıcaklığını hissettiğine, onun nefesini duyduğuna inanamıyordu. Biraz önce tanışırken tuttuğu el, bir karış ötesinde öylesine duruyor, delikanlı, sahnede dünyanın en romantik şarkısı söylenirken – o an dünyanın bütün şarkıları dünyanın en romantik şarkısıydı ya- o eli tutmak için öylesine büyük bir arzu duyuyordu ki içinde. Ama uzatamıyordu elini işte. Her şey böyle iyi giderken, yanlış bir hareketle, onu ürkütebileceğinden, incitebileceğinden öylesini korkuyordu ki. Sonunda dayanamadı, sanki kolu uyuşmuş gibi uzandı. Kolunu kızın koltuğunun arkasına koydu. Kızın omuzuna değil koltuğun üzerine sonra kız arkaya yaslandı. Birkaç saç teli, delikanlının elinin üzerine dokundu. Kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu genç adamın. Dünyalar şirini kızın saçları eline dokunuyordu çünkü. Konserden çıkarken, kız şakalaştı. “Sizi her maçımızda görüyoruz, alıştık neredeyse. Yarın Adana’da maçımız var. Gözlerimiz sizi arayacak” Hayır, aramayacaktı. Delikanlı o anda kararını vermişti çünkü. Cebinde onu otobüsle Adana’ya götürüp getirecek, hatta öğle yemeğinde bir de Adana kebap yedirecek kadar para vardı. Gece yarısı kalkan otobüse bindi. Sabah erkenden Adana’ya indi. Maç saatine kadar başı boş dolaştı. Salona erkenden girdi, en son sıraya tam servis köşesine en yakın yere oturdu. Takımlar sahaya çıkarken, salondaki en heyecanlı seyirci oydu. Maç filan değildi sebep tabii. İlk sette kız farkında bile değildi onun. Nereden olsun ki. İkinci sette öbür tarafa gittiler Döndüklerinde, üçüncü sette kız fark etti delikanlıyı. Yüzünde çok ama çok şaşkın bir ifade, biraz mutluluk, biraz da gurur vardı sanki.
Ankara’nın hele hele kolejde çok popüler bu delikanlısının onun için ta oralara geldiğini bilmenin gururu. Maç bitti. Kız soyunma odasına, delikanlı garaja gitti. Tek kelime konuşmadan. Konuşmaya gelmemişti ki. Kız “keşke orada olsaydın” demişti. O da olmuştu işte. Hepsi o. Ona o kadar çok şey söylemek istiyordu ki aslında. Bir gün üniversite kantininde gazete okurken, iç sayfalarda bir şiire rastladı. Daha doğrusu bir şiirden alınmış bir dörtlüğe. Söylemek istediği her şey bu dört satırda vardı sanki. Bembeyaz bir kata yazdı o dört satırı. Öğleden sonrayı zor etti, kolejin önüne gitmek için. Kızın karşıdan geldiğini gördü. Koşarak yanına gitti. “Bu sana” diye kartı eline tutuşturdu ve kayboldu ortadan. Kız, Necip Fazıl”ın dört satırını okurken...
“Ne hasta beklerdi sabahı
Ve ne genç ölüyü mezar
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar!...”
Ertesi gün öğleden sonra, tarif edilemez heyecanlar içinde kolejin önündeydi genç. kız karşıdan geliyordu. Bu defa yanında arkadaşları yoktu. Yalnızdı. Yaklaştığında işaret etti delikanlıya. Gözlerine inanamadı genç adam. Onu yanına mı çağırıyordu yoksa. Evet, çağırıyordu işte. Kalbinin duracağını sandı yaklaşırken. “Sana bir şeyler söylemek istiyorum” dedi kız. O da heyecanlıydı, belli. “Bak iyi dinle. Dünkü satırlar için çok teşekkürler. Herhalde hissettin, ben de senden hoşlanıyorum. Ama senden evvel tanıdığım birisi daha var. Ondanda hoşlanıyorum ve henüz karar veremedim, hanginizden daha çok hoşlandığıma. Ve de şu anda, onu terketmem için bir sebep yok.” “O zaman karar verdiğinde ve de eğer seçtiğin ben olursam, hayatında başka kimse olmazsa, ara beni” dedi, delikanlı ikiletmeden. Ayrıldı kızın yanından bir daha voleybol maçına gitmeden, bir daha okul yolunda önüne çıkmadan. Bir daha onu hiç görmeden. Yıllarca sonra Levent’in söyleyeceği şarkıda ki Sezen’in sözlerini o o zaman biliyordu sanki. Aşk onurlu olmalıydı. Günlerce, haftalarca, aylarca bekledi. Tıpkı, kıza verdiği o dörtlükteki gibi bekledi. Hastanın sabahı, şeytanın günahı beklediği gibi bekledi. Heyecanlı bekledi. Hırsla arzuyla bekledi. Umutla umutsuzlukla bekledi. Bazen öfkeyle bekledi. Bir gün bir şiir antolojisinde şiirin tamamını buldu. İki dörtlüktü şiir. İlki kıza verdiği. Bir ikinci dörtlük daha vardı o kadar. O dörtlüğü de bir kartın arkasına dikkatle yazdı. Cebine koydu. Bekleyiş sürüyor, sürüyordu. Okullar kapandı, açıldı. Aylar, aylar geçti. Bir gün delikanlı kızı aniden karşısında gördü. “Günlerdir seni arıyorum”dedi. “Günlerdir seni arıyorum. İşte sana haber. Artık hayatımda hiç kimse yok!” “Yaa” dedi delikanlı. “Yaa” dedi sadece. Kalbi heyecandan ölesiye çarparken, aylardır ölesiye beklediği an gelip çatmışken, ağzından sadece bu ses çıkmıştı. “Yaaaa!” Cebinde artık iyice eskimiş kartı uzattı kıza. “Sana bir şiirin ilk dörtlüğünü vermiştim ya bir gün” dedi... “Bu da sonu onun” Sonra yürüdü gitti, arkasına bile bakmadan...
Kız ikinci dörtlüğü oracıkta okurken...
“Geçti istemem gelmeni
Yokluğunda buldum seni.
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme artık neye yarar!”
Aradan yıllar, çok ama çok uzun yıllar geçti. Delikanlı bugün hala düşünüyor. O uzun, çok uzun bekleyiş mi öldürmüştü aşkını? Ya da beklerken, ölesiye beklerken hayalinde öylesine bir sevgili yaratmıştı ki, artık yaşayan hiç kimse bu hayali dolduramazdı. O sevgilinin kendisi bile. hayalindekini canlı tutmak için mi, canlısını silmişti yani? Ya da. Ya da. Bir şiirin romantizmine mi kapılmış, Bir delikanlılık jesti uğruna, mutluluğunun üzerinden öylece yürüyüp gitmiş, acaba? Delikanlı bu soruların yanıtını bugün hala bilmiyor.
Hıncal ULUÇ
Üniversiteli delikanlı Kolejli kıza bir voleybol maçında rastladı. Okul salonundaydı... Tribünsüz,minik bir salon.... Seyircilerle, oyuncular arasında, sahanın çizgisi vardı sadece. O kadar yakındılar... delikanlı, bu tatlı, bu güzel, bu dünyalar şirini kızı ilk defa görüyordu takımda... Hoşlandığını fena halde hoşlandığını hissetti. Az sonra bir şeyi daha hissetti. Kız servis atarken hemen önünden geçti. Göz göze geldiler... kız gülümsedi. Delikanlı, çok popülerdi o yıllarda... kız onu tanımış olmalıydı. Kim bilir, belki kız da ondan hoşlanmıştı. Belki de delikanlı öyle olmasını istediği için ona öyle gelmişti. Set değişip, takım karşıya gidince, delikanlı yerini değiştirdi, o da karşıya gitti.... Üçüncü sette tekrara eski yerine döndü. Kızla gidiş gelişleri fark etmişti galiba. Bir defa daha gülümsedi. Manidar... “anladım” der gibi bir gülümseyişti bu. Delikanlı o hafta boyu hep bu dünyalar şirini kızı düşündü. Pazar gün, sabahın köründe kalktı, erkenden oynanacak maçı, ne maçı canım dünyalar şirini kızı görmek için... Delikanlı artık kızın hiçbir maçını kaçırmıyordu. Dahası... Ankara kolejinin her dağılış saatinde, okul civarında oluyordu, onu bir kez daha görmek için... Karşılaştıklarında, hafif çok hafif bir gülümseme, çok minik bir baş eğmesi ile selamlaşır olmuşlardı... Bir defasında, yaptığına sonra kendisi de günlerce güldü... O gün gene tesadüfmüş gibi, okul dağılımı kızın karşısına çıkmış, gülümseyerek selamlamış, sonra arka sokaklara dalıp, yıldırım gibi koşarak, bir blok ötede gene karşısına çıkmıştı... Kız bu defa, iyice gülmüştü. Karşısında, sözü ona ağır ağır yürüyen, ama nefes nefese delikanlıyı görünce. Delikanlı, voleybol takımının kaptanını iyi tanıyordu. Arkadaştılar. Sonunda bütün cesaretini topladı, kaptana açıldı. O kızdan fena halde hoşlanıyordu. Galiba kız da ona karşı boş değildi bir yerde, bir şekilde tanışmaları gerekiyordu. O zamanlar, bu işler böyle oluyordu çünkü. Kaptan “tabi” dedi. “Bu hafta sonu güzel bir konser var. Biz onunla gitmeye karar vermiştik zaten. Sen de gel. Hem konseri birlikte izleriz, hem de tanışırsınız.” “mutluluk işte bu olmalı” diye düşündü delikanlı “Mutluluk işte bu” Ve konser gününe kadar geceleri hiç uyuyamadı. Konser günü de hiç ama hiç unutmadı. O ne heyecandı öyle. Konserin verildiği sinemanın kapısında tanıştılar. El sıkıştılar. O güzel ele dokunduğu anı da hiç unutmadı delikanlı . kaptan, salona girdiklerinde, ustaca bir manevra daha yaptı. Delikanlı ile dünyalar şirini kız yan yana düştüler. İnanamıyordu delikanlı. Onunla nihayet yan yana oturduğuna, onun sıcaklığını hissettiğine, onun nefesini duyduğuna inanamıyordu. Biraz önce tanışırken tuttuğu el, bir karış ötesinde öylesine duruyor, delikanlı, sahnede dünyanın en romantik şarkısı söylenirken – o an dünyanın bütün şarkıları dünyanın en romantik şarkısıydı ya- o eli tutmak için öylesine büyük bir arzu duyuyordu ki içinde. Ama uzatamıyordu elini işte. Her şey böyle iyi giderken, yanlış bir hareketle, onu ürkütebileceğinden, incitebileceğinden öylesini korkuyordu ki. Sonunda dayanamadı, sanki kolu uyuşmuş gibi uzandı. Kolunu kızın koltuğunun arkasına koydu. Kızın omuzuna değil koltuğun üzerine sonra kız arkaya yaslandı. Birkaç saç teli, delikanlının elinin üzerine dokundu. Kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu genç adamın. Dünyalar şirini kızın saçları eline dokunuyordu çünkü. Konserden çıkarken, kız şakalaştı. “Sizi her maçımızda görüyoruz, alıştık neredeyse. Yarın Adana’da maçımız var. Gözlerimiz sizi arayacak” Hayır, aramayacaktı. Delikanlı o anda kararını vermişti çünkü. Cebinde onu otobüsle Adana’ya götürüp getirecek, hatta öğle yemeğinde bir de Adana kebap yedirecek kadar para vardı. Gece yarısı kalkan otobüse bindi. Sabah erkenden Adana’ya indi. Maç saatine kadar başı boş dolaştı. Salona erkenden girdi, en son sıraya tam servis köşesine en yakın yere oturdu. Takımlar sahaya çıkarken, salondaki en heyecanlı seyirci oydu. Maç filan değildi sebep tabii. İlk sette kız farkında bile değildi onun. Nereden olsun ki. İkinci sette öbür tarafa gittiler Döndüklerinde, üçüncü sette kız fark etti delikanlıyı. Yüzünde çok ama çok şaşkın bir ifade, biraz mutluluk, biraz da gurur vardı sanki.
Ankara’nın hele hele kolejde çok popüler bu delikanlısının onun için ta oralara geldiğini bilmenin gururu. Maç bitti. Kız soyunma odasına, delikanlı garaja gitti. Tek kelime konuşmadan. Konuşmaya gelmemişti ki. Kız “keşke orada olsaydın” demişti. O da olmuştu işte. Hepsi o. Ona o kadar çok şey söylemek istiyordu ki aslında. Bir gün üniversite kantininde gazete okurken, iç sayfalarda bir şiire rastladı. Daha doğrusu bir şiirden alınmış bir dörtlüğe. Söylemek istediği her şey bu dört satırda vardı sanki. Bembeyaz bir kata yazdı o dört satırı. Öğleden sonrayı zor etti, kolejin önüne gitmek için. Kızın karşıdan geldiğini gördü. Koşarak yanına gitti. “Bu sana” diye kartı eline tutuşturdu ve kayboldu ortadan. Kız, Necip Fazıl”ın dört satırını okurken...
“Ne hasta beklerdi sabahı
Ve ne genç ölüyü mezar
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar!...”
Ertesi gün öğleden sonra, tarif edilemez heyecanlar içinde kolejin önündeydi genç. kız karşıdan geliyordu. Bu defa yanında arkadaşları yoktu. Yalnızdı. Yaklaştığında işaret etti delikanlıya. Gözlerine inanamadı genç adam. Onu yanına mı çağırıyordu yoksa. Evet, çağırıyordu işte. Kalbinin duracağını sandı yaklaşırken. “Sana bir şeyler söylemek istiyorum” dedi kız. O da heyecanlıydı, belli. “Bak iyi dinle. Dünkü satırlar için çok teşekkürler. Herhalde hissettin, ben de senden hoşlanıyorum. Ama senden evvel tanıdığım birisi daha var. Ondanda hoşlanıyorum ve henüz karar veremedim, hanginizden daha çok hoşlandığıma. Ve de şu anda, onu terketmem için bir sebep yok.” “O zaman karar verdiğinde ve de eğer seçtiğin ben olursam, hayatında başka kimse olmazsa, ara beni” dedi, delikanlı ikiletmeden. Ayrıldı kızın yanından bir daha voleybol maçına gitmeden, bir daha okul yolunda önüne çıkmadan. Bir daha onu hiç görmeden. Yıllarca sonra Levent’in söyleyeceği şarkıda ki Sezen’in sözlerini o o zaman biliyordu sanki. Aşk onurlu olmalıydı. Günlerce, haftalarca, aylarca bekledi. Tıpkı, kıza verdiği o dörtlükteki gibi bekledi. Hastanın sabahı, şeytanın günahı beklediği gibi bekledi. Heyecanlı bekledi. Hırsla arzuyla bekledi. Umutla umutsuzlukla bekledi. Bazen öfkeyle bekledi. Bir gün bir şiir antolojisinde şiirin tamamını buldu. İki dörtlüktü şiir. İlki kıza verdiği. Bir ikinci dörtlük daha vardı o kadar. O dörtlüğü de bir kartın arkasına dikkatle yazdı. Cebine koydu. Bekleyiş sürüyor, sürüyordu. Okullar kapandı, açıldı. Aylar, aylar geçti. Bir gün delikanlı kızı aniden karşısında gördü. “Günlerdir seni arıyorum”dedi. “Günlerdir seni arıyorum. İşte sana haber. Artık hayatımda hiç kimse yok!” “Yaa” dedi delikanlı. “Yaa” dedi sadece. Kalbi heyecandan ölesiye çarparken, aylardır ölesiye beklediği an gelip çatmışken, ağzından sadece bu ses çıkmıştı. “Yaaaa!” Cebinde artık iyice eskimiş kartı uzattı kıza. “Sana bir şiirin ilk dörtlüğünü vermiştim ya bir gün” dedi... “Bu da sonu onun” Sonra yürüdü gitti, arkasına bile bakmadan...
Kız ikinci dörtlüğü oracıkta okurken...
“Geçti istemem gelmeni
Yokluğunda buldum seni.
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme artık neye yarar!”
Aradan yıllar, çok ama çok uzun yıllar geçti. Delikanlı bugün hala düşünüyor. O uzun, çok uzun bekleyiş mi öldürmüştü aşkını? Ya da beklerken, ölesiye beklerken hayalinde öylesine bir sevgili yaratmıştı ki, artık yaşayan hiç kimse bu hayali dolduramazdı. O sevgilinin kendisi bile. hayalindekini canlı tutmak için mi, canlısını silmişti yani? Ya da. Ya da. Bir şiirin romantizmine mi kapılmış, Bir delikanlılık jesti uğruna, mutluluğunun üzerinden öylece yürüyüp gitmiş, acaba? Delikanlı bu soruların yanıtını bugün hala bilmiyor.
Hıncal ULUÇ
Bilgisayar acemisi (Komik Gerçek Olay)
Bilgisayar acemisi (Komik Gerçek Olay)
WordPerfect'in yardım hattında banda alınmış bir telefon
konuşması. Bu konuşma sonrası helpdesk elemanı isinden
kovuluyor. Kovulduktan sonra da şirketi kendisini
"Gerekçesiz" isten çıkardığı için mahkemeye veriyor.
İşte Telefon Konuşması :
- Yardım hattı, buyrun, nasıl yardımcı olabilirim?
- Bir sorunum var.
- Nasıl bir sorun?
- Yazı yazıyordum, birden bütün kelimeler gitti?
- Gitti mi?
- Yok oldu!
- Ekranda şu anda ne görüyorsunuz?
- Hiç bir şey.
- Hiç bir şey mi?
- Yazdığım hiç bir şey ekrana çıkmıyor.
- Hala Wordperfect programında mısınız yoksa
programdan çıktınız mı?
- Bunu nereden bileyim?
- Ekranda bir "C" harfi görüyor musunuz?
- Bir "hece" mi...
- Boş verin. Ekranda yanıp sönen bir çizgi var mi?
- Söyledim ya hiç bir şey yazmıyor.
- Monitör üstünde yanan bir lamba var mi?
- Monitör ne?
- Ekranı olan yer, televizyon gibi... Çalıştığını
gösteren küçük bir lamba var mi?
- Bilmiyorum.
- Monitörün arkasına bakın, oraya bir elektrik kablosu
giriyor olması lazım. Görebiliyor musunuz?
- Evet.
- Harika, o kabloyu takip edin duvarda elektriğe bağlı
mi bana söyleyin.
- Bağlı
- Harika. Monitörün arkasına bakınca bağlı olan tek
kablo mu gördünüz, yoksa iki tane mi?
- Görmedim.
- Tekrar bakar mısınız, ikinci bir kablonun da bağlı
olması lazım.
- Evet buldum.
- Tamam, simdi onu takip edin bilgisayara bağlı mı
diye bakin.
- Kabloya ulaşamıyorum.
- Ulaşmayın, bağlı mı diye bakabilir misiniz?
- Olmuyor.
- Bir şeyden destek alıp eğilip bilgisayarın arkasına
baksanız....
- Eğilmek dert değil, karanlık olduğu için
bakamıyorum.
- Karanlık?
- Ofisin ışıkları kapalı, pencereden gelen ışık
yetmiyor.
- Ofisin ışıklarını yakın.
- Yanmaz.
- Neden?
- Elektrikler kesik.
- Elektrikler mi kesik. Tanrım...!(kısa bir sessizlik)
Bilgisayarın kutusu, kitapları herşeyi duruyor mu?
- Evet dolapta.
- Simdi bilgisayarı sökün , aynen aldığınızdaki gibi
paketleyin ve aldığınız dükkana iade edin.
- Durum bu kadar kötü mu?
- Korkarım öyle!
- Peki tamam. Onlara ne diyeceğim?
- "Ben bilgisayar kullanamayacak kadar aptalım"
diyeceksiniz...
WordPerfect'in yardım hattında banda alınmış bir telefon
konuşması. Bu konuşma sonrası helpdesk elemanı isinden
kovuluyor. Kovulduktan sonra da şirketi kendisini
"Gerekçesiz" isten çıkardığı için mahkemeye veriyor.
İşte Telefon Konuşması :
- Yardım hattı, buyrun, nasıl yardımcı olabilirim?
- Bir sorunum var.
- Nasıl bir sorun?
- Yazı yazıyordum, birden bütün kelimeler gitti?
- Gitti mi?
- Yok oldu!
- Ekranda şu anda ne görüyorsunuz?
- Hiç bir şey.
- Hiç bir şey mi?
- Yazdığım hiç bir şey ekrana çıkmıyor.
- Hala Wordperfect programında mısınız yoksa
programdan çıktınız mı?
- Bunu nereden bileyim?
- Ekranda bir "C" harfi görüyor musunuz?
- Bir "hece" mi...
- Boş verin. Ekranda yanıp sönen bir çizgi var mi?
- Söyledim ya hiç bir şey yazmıyor.
- Monitör üstünde yanan bir lamba var mi?
- Monitör ne?
- Ekranı olan yer, televizyon gibi... Çalıştığını
gösteren küçük bir lamba var mi?
- Bilmiyorum.
- Monitörün arkasına bakın, oraya bir elektrik kablosu
giriyor olması lazım. Görebiliyor musunuz?
- Evet.
- Harika, o kabloyu takip edin duvarda elektriğe bağlı
mi bana söyleyin.
- Bağlı
- Harika. Monitörün arkasına bakınca bağlı olan tek
kablo mu gördünüz, yoksa iki tane mi?
- Görmedim.
- Tekrar bakar mısınız, ikinci bir kablonun da bağlı
olması lazım.
- Evet buldum.
- Tamam, simdi onu takip edin bilgisayara bağlı mı
diye bakin.
- Kabloya ulaşamıyorum.
- Ulaşmayın, bağlı mı diye bakabilir misiniz?
- Olmuyor.
- Bir şeyden destek alıp eğilip bilgisayarın arkasına
baksanız....
- Eğilmek dert değil, karanlık olduğu için
bakamıyorum.
- Karanlık?
- Ofisin ışıkları kapalı, pencereden gelen ışık
yetmiyor.
- Ofisin ışıklarını yakın.
- Yanmaz.
- Neden?
- Elektrikler kesik.
- Elektrikler mi kesik. Tanrım...!(kısa bir sessizlik)
Bilgisayarın kutusu, kitapları herşeyi duruyor mu?
- Evet dolapta.
- Simdi bilgisayarı sökün , aynen aldığınızdaki gibi
paketleyin ve aldığınız dükkana iade edin.
- Durum bu kadar kötü mu?
- Korkarım öyle!
- Peki tamam. Onlara ne diyeceğim?
- "Ben bilgisayar kullanamayacak kadar aptalım"
diyeceksiniz...
SON DERS
SON DERS
Bir profösörün mezun edeceği talebelerine verdiği son ders:
Bilgisayar Mühendisi Arkadaş, İnşallah iyi bir donanımcı veya iyi
bir yazılımcı veya iyi bir networkçü veya iyi bir sistem yöneticisi olacaksın.
Yalnız şu mühim meseleleri sakın aklından çıkarma;
Bu kainatın öyle bir donanımcısı vardır ki, bütün mevcudâtı ve
içinde yer yüzünü create etmiş, güneşi bir power source, ayı bir system clock yapmış. O power source'dur ki kesintiye uğramaz ve o system clocktur ki şaşmaz ve şaşırmaz, o donanımcının ilminin ve sanatının nihayetsizliğini gösterir.
Bu zât aynı zamanda öyle yüce bir programcıdır ki, şu muazzam dünya üzerinde çalışacak şekilde koca hayat programını yazmış, yüzbinlerce yıldan fazladır, error verdirmeden, crash ettirmeden çalıştırıyor.
Eğer onun ne kadar iyi bir programcı olduğunu da anlamak istersen, önce kendine bak. Gözünle göremediğin küçücük bir hücrene bütün kodunu save etmiş ve yine o küçücük hücrende execute ettiriyor. Madem ki DNA'nın bir program olduğu apaçıktır, ve bir program programcısız olamaz demek ki, senin programcılığın ancak o büyük zâtın programcılığına ancak bir ayna hükmündedir.
Yine senin bütün hücrelerinden oluşturduğu network'ün içinde hadsiz protokollerle o hücreleri konuşturduğu gibi, madem ki senin de diğer insanlarla türlü dillerde ve protokollerde konuşabilmen için gerekli donanımı yanına vermiştir, öylece de gördürüyor, konuşturuyor ve dinletiyor. Ve madem ki sen etrafındaki bütün cisimlerden haber alasın diye ışık, ses gibi türlü mediayı hazırlamış kullandırıyor, ve sen bunları keşfeder, kullanır fakat upgrade edemezsin, o halde öyle büyük bir network uzmanı zât vardır ki senin her türlü ihtiyacını bilir, ona göre teçhizatını verir. Senin networkçülüğün ancak onun, sonsuz ilminden sana verdiği bir küçük parça ve bir büyük nimettir.
Arkadaş, aldanma! Şu güzel dünya hayatı programı bir limited trial version'dur, görüyorsun ki elde ettiğin malı mülkü hiç bir surette save edemiyorsun. Öyle ise, bu kâinat yazılımını yazanı tanı. Hem hiç mümkün müdür ki bir programcı bu kadar güzel bir program yapsın ve yaptığı programda about kesimi koyup kendini tanıttırmasın. Öyle ise bu kainatın en büyük donanımcısı, programcısı, networkçüsü ve sistem yöneticisi olan zâtın her yere işlediği about kesimlerini gör, öğren, full versiyonunu kazanmak için çalış.
Unutma ki hiç bir hareketin atlanmadan çok dikkatli loglar tutuluyor. Bu loglar her şeye gücü yeten o sistem yöneticisi tarafından open edilip check edilecektir.
Amann ha diccat!...
Bir profösörün mezun edeceği talebelerine verdiği son ders:
Bilgisayar Mühendisi Arkadaş, İnşallah iyi bir donanımcı veya iyi
bir yazılımcı veya iyi bir networkçü veya iyi bir sistem yöneticisi olacaksın.
Yalnız şu mühim meseleleri sakın aklından çıkarma;
Bu kainatın öyle bir donanımcısı vardır ki, bütün mevcudâtı ve
içinde yer yüzünü create etmiş, güneşi bir power source, ayı bir system clock yapmış. O power source'dur ki kesintiye uğramaz ve o system clocktur ki şaşmaz ve şaşırmaz, o donanımcının ilminin ve sanatının nihayetsizliğini gösterir.
Bu zât aynı zamanda öyle yüce bir programcıdır ki, şu muazzam dünya üzerinde çalışacak şekilde koca hayat programını yazmış, yüzbinlerce yıldan fazladır, error verdirmeden, crash ettirmeden çalıştırıyor.
Eğer onun ne kadar iyi bir programcı olduğunu da anlamak istersen, önce kendine bak. Gözünle göremediğin küçücük bir hücrene bütün kodunu save etmiş ve yine o küçücük hücrende execute ettiriyor. Madem ki DNA'nın bir program olduğu apaçıktır, ve bir program programcısız olamaz demek ki, senin programcılığın ancak o büyük zâtın programcılığına ancak bir ayna hükmündedir.
Yine senin bütün hücrelerinden oluşturduğu network'ün içinde hadsiz protokollerle o hücreleri konuşturduğu gibi, madem ki senin de diğer insanlarla türlü dillerde ve protokollerde konuşabilmen için gerekli donanımı yanına vermiştir, öylece de gördürüyor, konuşturuyor ve dinletiyor. Ve madem ki sen etrafındaki bütün cisimlerden haber alasın diye ışık, ses gibi türlü mediayı hazırlamış kullandırıyor, ve sen bunları keşfeder, kullanır fakat upgrade edemezsin, o halde öyle büyük bir network uzmanı zât vardır ki senin her türlü ihtiyacını bilir, ona göre teçhizatını verir. Senin networkçülüğün ancak onun, sonsuz ilminden sana verdiği bir küçük parça ve bir büyük nimettir.
Arkadaş, aldanma! Şu güzel dünya hayatı programı bir limited trial version'dur, görüyorsun ki elde ettiğin malı mülkü hiç bir surette save edemiyorsun. Öyle ise, bu kâinat yazılımını yazanı tanı. Hem hiç mümkün müdür ki bir programcı bu kadar güzel bir program yapsın ve yaptığı programda about kesimi koyup kendini tanıttırmasın. Öyle ise bu kainatın en büyük donanımcısı, programcısı, networkçüsü ve sistem yöneticisi olan zâtın her yere işlediği about kesimlerini gör, öğren, full versiyonunu kazanmak için çalış.
Unutma ki hiç bir hareketin atlanmadan çok dikkatli loglar tutuluyor. Bu loglar her şeye gücü yeten o sistem yöneticisi tarafından open edilip check edilecektir.
Amann ha diccat!...
GÜZEL YAŞAMIN 10 ANAHTARI
GÜZEL YAŞAMIN 10 ANAHTARI
Her ülkenin binlerce atasözü var, özdeyişi var. Bunlar birikimlerin hap halinde ifade edilmiş şekli.Ünlülerin, toplumları etkileyen kişilerin özdeyişleri var, çoğu zaman yazarlar anlatmak istedikleri konuya giriş yaparken "ufuk açma" niyetine alıntı yaparlar. Philip E. Humbert adlı bir psikiyatri profesörü, "İnsanlara mutlu yaşamın anahtarını 10 kuralda toplayacak olsam, hangi deyişleri seçerdim" diye kapsamlı bir çalışma sonrası bir liste çıkartmış.
1. Kendini tanı -Sokrat
Kendi içinde yolculuk yap. Günlük tut. Kalbin, gönlün, vicdanın ne diyor? Neyi öne çıkartıyor? Dünyaya bilinçli bakmanın yolu başta bu iç yolculuktan geçiyor.
2. Olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol - Mevlana
Dürüst ol, adil ol, hakça düşün. İçinden gelen sesin öne çıkardığı değerleri koru. Hayatta birşeyleri korumak için ayakta kalmazsan her şey seni düşürür.
3. En yukarda aşk var - Aziz Paul
Sesi müziğe dönüştüren aşktır. Aşk olmazsa, sevgi ilişkileri yoksa, ihtimam eksikse hayatın kuru bir daldan farkı kalmaz.
4. Dünyayı hayal gücü döndürür - Albert Einstein
Yaptığımız her şey hayal kurarak başlar. Hayat -herkes için- hayalleri gerçekleştirmek ve yapabileceğinin en iyisi, olabileceğinin en güzeli peşinde gitmektir. Bobby Kennedy'nin sözü gibi: Diğerleri dünyaya bakıyor ve "Neden" diye soruyor. Ben bambaşka bir dünya düşünüyor ve "Neden olmasın" diye soruyorum
5. Fazla güzellik göz çıkarmaz - Mae West
Güzel hayat doya doya yaşanır. Mutluluk paylaşılır, hayatı sevme hissi coşkuyla beraber gelir. Ruhun müziğinde "Haydi bastır, göster kendini" temposu vardır. Kibir değil, coşku!
6. Fırsatlar yakalandıkça çoğalır - Sun Tzu
Başarı cesaret ister, başlangıçtaki cesaret sonradan inanca dönüşür. İnanç insanlığa daha iyi hizmet arzusuna dönüştüğünde fırsatlar yelpazesi yukarı bir seviyede tekrar açılır.
7. Ya yap ya yapma. Denemek yok! - Yoda (Yıldız Savaşları)
Hayat seri hareket, karar ve kararlılık gerektirir.Tereddütte kalanlar geride kalır. Hayatın üstüne gitmezseniz hayat sizin üstünüze gelir.
8. Mükemmellik, ekleyecek bir şey kalmadığında değil, alınacak bir şey kalmadığında oluşur - Antoine de St.Exupery
Hayatınızı basitleştirin. Basite indirge, indirge, bir kere daha indirge... O zaman ne kalıyor, ona bak. İstekler listenizi kısa tutun. Kısa tutun ki fokus edebilesiniz. Güneş ışığına büyüteç tutmak gibi, odaklamazsanız hayatı yakamazsınız.
9. Kabiliyet yoksa sanatçı olmaz, ama çalışılmadıkça kabiliyet hiç bir işe yaramaz - Emile Zola
Ancak akıllı, bilinçli ve odağı şaşmayan çabalar sonrası olası potansiyelin yapabilecekleri gerçekleşir. Elması yontmadıkça elinizde sadece bir taş parçası vardır.
10. Hayatı yaşamanın iki yolu var. Biri hiçbir şey mucize değilmiş gibi yaşamak... Diğeri her şey mucizeymiş gibi yaşamak - Albert Einstein.
Şükretmeyi unutmamak gerek!
Her ülkenin binlerce atasözü var, özdeyişi var. Bunlar birikimlerin hap halinde ifade edilmiş şekli.Ünlülerin, toplumları etkileyen kişilerin özdeyişleri var, çoğu zaman yazarlar anlatmak istedikleri konuya giriş yaparken "ufuk açma" niyetine alıntı yaparlar. Philip E. Humbert adlı bir psikiyatri profesörü, "İnsanlara mutlu yaşamın anahtarını 10 kuralda toplayacak olsam, hangi deyişleri seçerdim" diye kapsamlı bir çalışma sonrası bir liste çıkartmış.
1. Kendini tanı -Sokrat
Kendi içinde yolculuk yap. Günlük tut. Kalbin, gönlün, vicdanın ne diyor? Neyi öne çıkartıyor? Dünyaya bilinçli bakmanın yolu başta bu iç yolculuktan geçiyor.
2. Olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol - Mevlana
Dürüst ol, adil ol, hakça düşün. İçinden gelen sesin öne çıkardığı değerleri koru. Hayatta birşeyleri korumak için ayakta kalmazsan her şey seni düşürür.
3. En yukarda aşk var - Aziz Paul
Sesi müziğe dönüştüren aşktır. Aşk olmazsa, sevgi ilişkileri yoksa, ihtimam eksikse hayatın kuru bir daldan farkı kalmaz.
4. Dünyayı hayal gücü döndürür - Albert Einstein
Yaptığımız her şey hayal kurarak başlar. Hayat -herkes için- hayalleri gerçekleştirmek ve yapabileceğinin en iyisi, olabileceğinin en güzeli peşinde gitmektir. Bobby Kennedy'nin sözü gibi: Diğerleri dünyaya bakıyor ve "Neden" diye soruyor. Ben bambaşka bir dünya düşünüyor ve "Neden olmasın" diye soruyorum
5. Fazla güzellik göz çıkarmaz - Mae West
Güzel hayat doya doya yaşanır. Mutluluk paylaşılır, hayatı sevme hissi coşkuyla beraber gelir. Ruhun müziğinde "Haydi bastır, göster kendini" temposu vardır. Kibir değil, coşku!
6. Fırsatlar yakalandıkça çoğalır - Sun Tzu
Başarı cesaret ister, başlangıçtaki cesaret sonradan inanca dönüşür. İnanç insanlığa daha iyi hizmet arzusuna dönüştüğünde fırsatlar yelpazesi yukarı bir seviyede tekrar açılır.
7. Ya yap ya yapma. Denemek yok! - Yoda (Yıldız Savaşları)
Hayat seri hareket, karar ve kararlılık gerektirir.Tereddütte kalanlar geride kalır. Hayatın üstüne gitmezseniz hayat sizin üstünüze gelir.
8. Mükemmellik, ekleyecek bir şey kalmadığında değil, alınacak bir şey kalmadığında oluşur - Antoine de St.Exupery
Hayatınızı basitleştirin. Basite indirge, indirge, bir kere daha indirge... O zaman ne kalıyor, ona bak. İstekler listenizi kısa tutun. Kısa tutun ki fokus edebilesiniz. Güneş ışığına büyüteç tutmak gibi, odaklamazsanız hayatı yakamazsınız.
9. Kabiliyet yoksa sanatçı olmaz, ama çalışılmadıkça kabiliyet hiç bir işe yaramaz - Emile Zola
Ancak akıllı, bilinçli ve odağı şaşmayan çabalar sonrası olası potansiyelin yapabilecekleri gerçekleşir. Elması yontmadıkça elinizde sadece bir taş parçası vardır.
10. Hayatı yaşamanın iki yolu var. Biri hiçbir şey mucize değilmiş gibi yaşamak... Diğeri her şey mucizeymiş gibi yaşamak - Albert Einstein.
Şükretmeyi unutmamak gerek!
HAYAL HIRSIZI
HAYAL HIRSIZI
Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışa koşarak
atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin
genç oğluna kadar uzanır. Babasının isi nedeniyle
çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı.
Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak
istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası..
çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine
sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir
kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı.
Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi.
Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi.
Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000
metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.
Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev,
tam kalbinin sesiydi.. İki gün sonra ödevi geri aldı.
Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir
"0" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı.
"Neden "0" aldım?" diye merakla sordu hocasına, çocuk..
"Bu senin yasında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal"
dedi, hocası.. "Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun.
Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir.
Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da
alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız" ve ekledi:
"Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden
yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm."
çocuk evine döndü ve uzun düşündü. Babasına danıştı.
"Oğlum" dedi babası "Bu konuda kararını kendin vermelisin.
Bu senin hayatin için oldukça önemli bir secim!."
çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir
değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına..
"Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin" dedi..
"Ben de hayallerimi..".....
<<...>>
O, orta 2 öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki
1000 metrekarelik evinde oturuyor.
Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde
çerçevelenmiş olarak asili.
Öykünün en can alici yani su: Ayni öğretmen,
gecen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi.
çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine "Bak" dedi,
"Sana simdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken,
hayal hırsızıydım. O yıllarda
öğrencilerimden pek çok hayal çaldım.
Allah' tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın."
MUTLU KALIN,
ESEN KALIN,
SEVGİYLE KALIN.
Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışa koşarak
atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin
genç oğluna kadar uzanır. Babasının isi nedeniyle
çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı.
Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak
istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası..
çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine
sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir
kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı.
Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi.
Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi.
Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000
metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.
Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev,
tam kalbinin sesiydi.. İki gün sonra ödevi geri aldı.
Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir
"0" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı.
"Neden "0" aldım?" diye merakla sordu hocasına, çocuk..
"Bu senin yasında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal"
dedi, hocası.. "Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun.
Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir.
Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da
alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız" ve ekledi:
"Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden
yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm."
çocuk evine döndü ve uzun düşündü. Babasına danıştı.
"Oğlum" dedi babası "Bu konuda kararını kendin vermelisin.
Bu senin hayatin için oldukça önemli bir secim!."
çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir
değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına..
"Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin" dedi..
"Ben de hayallerimi..".....
<<...>>
O, orta 2 öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki
1000 metrekarelik evinde oturuyor.
Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde
çerçevelenmiş olarak asili.
Öykünün en can alici yani su: Ayni öğretmen,
gecen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi.
çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine "Bak" dedi,
"Sana simdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken,
hayal hırsızıydım. O yıllarda
öğrencilerimden pek çok hayal çaldım.
Allah' tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın."
MUTLU KALIN,
ESEN KALIN,
SEVGİYLE KALIN.
GÜL KIZ
GÜL KIZ
Genç adam, işe giderken her gün yolunun
üzerindeki güllerle dolu bahçeye bakmadan
geçemezdi. Her sabah o rengarenk güller içini
neşeyle, sevinçle dolduruyordu. Günler geçtikçe
güllere bakan gözleri, bahçedeki eve takılmaya
başladı . Çünkü, son günlerde o evde, tül perdenin
gerisinde bir genç kızın siluetini görüyordu. Her
geçişinde güllere ve pencerede belli-belirsiz görünüp
kaybolan genç kıza bakmadan edemiyordu.
Bir sabah her zamankinden daha erken yola çıktı.
Bahçenin önüne geldiğinde yüreğinin titrediğini,
içinin ürperdiğini hissetti; her gün tül perdenin
arkasında gördüğü kız, bahçede gülleri suluyordu.
Güzel kız, genç adamı görünce yüzü kızararak içeri
kaçtı. Genç kızın hayali gözlerinden kaybolmasın
diye gayret eder gibi gözlerini sabit bir halde bir
güle dikerek öylece kalakaldı. Gördüğü güzelliğin
etkisinde kalmış, sevdalandığını düşünüyordu.
Genç adam, artık her gün bir öncesine göre
biraz daha erken geçiyordu, kızı tekrar görürüm
umuduyla. Fakat tüllerin gerisinde görünüp kaçan
bir siluetten başka şey göremiyor, kahroluyordu.
Genç kız da her sabah heyecanla tüller arkasına
geçiyor, genç adamın gelmesini bekliyordu.
Bir gün, genç adam bahçenin önünden geçmedi.
Genç kız gün boyunca boşuna bekledi. Ertesi gün,
daha ertesi gün yine boşuna bekledi, genç adam
gelmedi. Genç kızın yüreğine hüzün doluyordu.
Başka bir gün, yine umutsuz gözlerle yola
bakarken, bir grup insanın omuzlarında tabutla
geçtiklerini gördü genç kız. Aklından geçen
korkunç düşünceden tüm vücudunun titrediğini
hissetti, yüreği sıkıştı; yoksa genç adam ölmüş
müydü !.. Genç kız yine her gün tüllerin arkasına
geçiyor, boş gözlerle dışarı bakıyordu. Yüzü de,
artık bakmadığı, sulamadığı gülleri gibi soluyordu.
Genç adam bir gün yine geçti bahçenin önünden.
Bir aydır yattığı hastaneden sonunda çıkmış,
ilk iş olarak da güllü bahçenin önüne gelmişti.
Ama ümit içinde geldiği bahçenin önünde, gülen
yüzü asıldı; bahçedeki güller solmuş, pencere kara
perdelerle sımsıkı kapatılmıştı. Genç adam yolda
oynayan çocuklara sordu; "Bu evde kimse
yaşamıyor mu?" Bir çocuk; "İhtiyar bir kadın
yaşıyor." dedi. Genç adam cevabını duymaktan
korkarcasına, başka bir soru sordu ;
" Burada yaşayan genç kız ne oldu ?"
Çocuklardan biri atıldı; "O öldü."dedi, genç adamın
yana düşen kollarını, yaşaran gözlerini görmeden
başka bir çocuk atıldı; "Verem olmuş, dün öldü."
Yıllar sonraydı, küçük bir çocuk heyecanla
annesiyle babasının yanına koştu,
güller arasında, sallanan sandalyede
oturan ihtiyar adamı göstererek bağırdı;
"Dedem gülüyor, dedem gülüyor baba !.."
Koşarak ihtiyarın yanına gittiler, gülerken hiç
görmedikleri yüzüne baktılar. Elinde bir gül olan
ihtiyar adamın yüzüne, gerçekten bir gülümseme
yayılmıştı; biten bir hasrete seviniyormuş gibi,
yıllardır görmediği birine kavuşuyormuş gibi mutlu
bir gülümseyişti bu. Fakat gözleri kapalıydı...
Ahmet Ünal ÇAM
Genç adam, işe giderken her gün yolunun
üzerindeki güllerle dolu bahçeye bakmadan
geçemezdi. Her sabah o rengarenk güller içini
neşeyle, sevinçle dolduruyordu. Günler geçtikçe
güllere bakan gözleri, bahçedeki eve takılmaya
başladı . Çünkü, son günlerde o evde, tül perdenin
gerisinde bir genç kızın siluetini görüyordu. Her
geçişinde güllere ve pencerede belli-belirsiz görünüp
kaybolan genç kıza bakmadan edemiyordu.
Bir sabah her zamankinden daha erken yola çıktı.
Bahçenin önüne geldiğinde yüreğinin titrediğini,
içinin ürperdiğini hissetti; her gün tül perdenin
arkasında gördüğü kız, bahçede gülleri suluyordu.
Güzel kız, genç adamı görünce yüzü kızararak içeri
kaçtı. Genç kızın hayali gözlerinden kaybolmasın
diye gayret eder gibi gözlerini sabit bir halde bir
güle dikerek öylece kalakaldı. Gördüğü güzelliğin
etkisinde kalmış, sevdalandığını düşünüyordu.
Genç adam, artık her gün bir öncesine göre
biraz daha erken geçiyordu, kızı tekrar görürüm
umuduyla. Fakat tüllerin gerisinde görünüp kaçan
bir siluetten başka şey göremiyor, kahroluyordu.
Genç kız da her sabah heyecanla tüller arkasına
geçiyor, genç adamın gelmesini bekliyordu.
Bir gün, genç adam bahçenin önünden geçmedi.
Genç kız gün boyunca boşuna bekledi. Ertesi gün,
daha ertesi gün yine boşuna bekledi, genç adam
gelmedi. Genç kızın yüreğine hüzün doluyordu.
Başka bir gün, yine umutsuz gözlerle yola
bakarken, bir grup insanın omuzlarında tabutla
geçtiklerini gördü genç kız. Aklından geçen
korkunç düşünceden tüm vücudunun titrediğini
hissetti, yüreği sıkıştı; yoksa genç adam ölmüş
müydü !.. Genç kız yine her gün tüllerin arkasına
geçiyor, boş gözlerle dışarı bakıyordu. Yüzü de,
artık bakmadığı, sulamadığı gülleri gibi soluyordu.
Genç adam bir gün yine geçti bahçenin önünden.
Bir aydır yattığı hastaneden sonunda çıkmış,
ilk iş olarak da güllü bahçenin önüne gelmişti.
Ama ümit içinde geldiği bahçenin önünde, gülen
yüzü asıldı; bahçedeki güller solmuş, pencere kara
perdelerle sımsıkı kapatılmıştı. Genç adam yolda
oynayan çocuklara sordu; "Bu evde kimse
yaşamıyor mu?" Bir çocuk; "İhtiyar bir kadın
yaşıyor." dedi. Genç adam cevabını duymaktan
korkarcasına, başka bir soru sordu ;
" Burada yaşayan genç kız ne oldu ?"
Çocuklardan biri atıldı; "O öldü."dedi, genç adamın
yana düşen kollarını, yaşaran gözlerini görmeden
başka bir çocuk atıldı; "Verem olmuş, dün öldü."
Yıllar sonraydı, küçük bir çocuk heyecanla
annesiyle babasının yanına koştu,
güller arasında, sallanan sandalyede
oturan ihtiyar adamı göstererek bağırdı;
"Dedem gülüyor, dedem gülüyor baba !.."
Koşarak ihtiyarın yanına gittiler, gülerken hiç
görmedikleri yüzüne baktılar. Elinde bir gül olan
ihtiyar adamın yüzüne, gerçekten bir gülümseme
yayılmıştı; biten bir hasrete seviniyormuş gibi,
yıllardır görmediği birine kavuşuyormuş gibi mutlu
bir gülümseyişti bu. Fakat gözleri kapalıydı...
Ahmet Ünal ÇAM
GERÇEK HAZİNE
GERÇEK HAZİNE
Ayşegül Aygün
Ali, uzun yıllar boyunca dedesinden bir hikâye dinleyerek büyümüştü. Hikâyede bir defineden bahsediliyordu. Define altınla dolu bir sandıktı. Ama bu sandığa ulaşmak öyle kolay değildi. Başka define hikâyelerinden farklıydı bu hikâye. Kâğıtların üstüne çizilmiş esrarengiz haritalar yoktu ortada. Altın sandığına ulaşmak için ilginç bir yol izlenmeliydi. Kırk iyilik yapmak gerekiyordu bunun için. İyiliklerin her birinin kırkar canlıya yönelik olması gerekti.
Ali, dedesinden dinlediği hikâyenin tesirinde öyle kalmıştı ki, dedesinin vefatının üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen, bunu unutmamıştı. Kararını vermişti; bu defineye ulaşmak zor olsa da, deneyecekti. Üç yıl boyunca bu iyilikleri yapmak için çok uğraştı. Kırk fidan dikti. Kırk çocuğu giydirdi. Kırk hastaya baktı. Kırk yaşlının işlerine koştu. Yaptığı iyilikler sayesinde etrafta çok sevilen biri olmuştu. O da bu durumdan memnundu. Adı yörede "Hızır Ali"ye çıkmıştı.
Tam otuzdokuz kez kırkar canlıya iyilik etmişti. Şimdi kırkıncı kez farklı bir iyilik yapmalıydı. Ama bir türlü aklına yaptıklarının dışında bir şey gelmiyordu. Haftalarca düşündü bulamadı. Sonunda gidip bir yol kenarına oturdu. Yoldan gelip geçen insanlara soracaktı. Ali, kime yapması gereken son iyiliğin ne olabileceğini sorduysa, ya onu deli sanıp cevap vermediler ya da yine yaptığı iyiliklerden birini söylediler. Ali, çaresizlik içindeydi.
O gece yine sıkıntıyla yola çıkıp bir kenara oturmuştu. Yıldızlarla dolu gökyüzü, dolunayın da tesiriyle ortalığı aydınlatıyordu. Düşüncelere dalmıştı. Uzaktan uzağa köyün tek tek yanan ışıkları görünüyordu. Arada bir köpek havlamaları duyuluyordu. Tam o sırada birisi seslendi:
- Hey evlât, gel bana yardım et.
Ali, sesin geldiği yöne irkilerek döndü. Oldukça yaşlı, saçı-sakalı bembeyaz bir ihtiyar adam orada duruyordu. Sırtındaki çuvalı ağır ağır yere bırakıp yorgun sesiyle tekrar seslendi.
- Evlâdım! Şu çuvalı tepedeki kulübeye çıkarmam gerek. Ama gücüm kalmadı. Uzun yoldan da geliyorum. Hadi bir yardım et de çıkaralım.
Ali, aylardır düşünüp durduğu iyilik için bir fırsat olabilir mi diye bir an düşündü. Ama hemen bu düşüncesinden vazgeçti. Nihayetinde karşısındaki tek bir kişiydi. Oysa onun iyilikleri kırkar canlıya olmalıydı.
Ali yine de:
- Peki olur, dedi yaşlı adama. Sana yardım edeceğim.
Çuvalı sırtına aldı. Ve tepeye çıkmaya başladılar. Yaşlı adam sordu:
- Orada oturmuş, öylece ne düşünüyordun evlâdım?
- Ah, ah! Bir bilseniz, dedi ve hikâyesini anlattı.
Yaşlı adam gülümsedi:
- Senin için çok mu önemli altınlar?
- Elbette, dedi Ali. Çocukluğumdan beri bu hikâyedeki altınlara ulaşma hayaliyle büyüdüm. Ama işte bir türlü yapmam gereken kırkıncı iyiliği bulamıyorum.
- Biraz değişik bir hikâye, dedi yaşlı adam. Dedenin doğru söylediğinden emin misin? Nihayetinde bu sadece bir hikâyedir belki.
- Ali'nin yüzü ciddileşti.
- Dedem dediyse doğrudur. O hiç yalan söylemezdi. Mutlaka altın sandığı var. Ve ona ulaşmanın yolu da bu.
Yaşlı adam yine gülümsedi:
- Peki öyleyse. Yarın akşama kadar benimle kalırsan sana bu kırkıncı iyilik için yardım ederim.
- Ali, sevinçle kabul etti. Kısa süren bir yolculuktan sonra tepedeki kulübeye varmıştılar. Ali, çuvalı yaşlı adama teslim eti. Adam da kapıyı açtı. Ona yatacak yer ve biraz da yiyecek verdi.
- Yarın, dedi, erken kalkacağız. Biraz uyusan iyi olur.
- Ali söyleneni yaptı. Ertesi sabah erkenden kalktılar. Yaşlı adam çuvalı genç Ali'nin sırtına verdi, birlikte aşağıdaki köye indiler. Ev ev dolaşmaya başladılar. Sabahın bu saatinde ortalıkta kimse yoktu. Her evin kapısının önüne geldiklerinde yaşlı adam çuvaldan bir paket çıkarıp bırakıyordu. Böylece tam kırk kapı dolaştılar. Son kapıya da bir paket bırakınca yaşlı adam Ali'ye dönerek:
- İşte istediğin oldu, dedi.
Ali merakla:
- O paketlerde ne vardı?, diye sordu.
- Her pakette kitap vardı. Ama her eve orada oturan kişinin ihtiyaç duyduğu kitapları bıraktık. Meselâ kalbi katılaşan bir adamın evinin önüne merhametle ilgili, cimri bir kadınınkine cömertlikle ilgili, sakatlığı yüzünden hayata küsen bir çocuğunkine aslında ne çok şeye sahip olduğuyla ilgili kitaplar koyduk. Böylece tam kırk kişiye iyilik yapmış olduk. Artık altın sandığına ulaşabilirsin. İşte sana dün gece kaldığımız kulübenin anahtarı. O kulübede masanın altını kaz. Sandık orada gömülü, senindir.
Ali kulaklarına inanamıyordu. Sevinçle:
- Nihayet hayalime kavuşuyorum, dedi. Anahtarı aldığı gibi kulübeye koştu. Bir kazma bulup denilen yeri kazdı. Gerçekten de altın dolu sandık oradaydı. Sevinçle sandığı çıkarıp altınları bir çuvala doldurdu. Altınlarla aşağı inince; yaşlı adamın onu beklediğini gördü.
- Artık altınlara kavuştun, dedi yaşlı adam. Şimdi onlarla ne yapacaksın.
- Ne mi yapacağım, canım ne isterse onu alacağım. Arabalar, evler, güzel giysiler, daha neler neler. Krallar gibi yaşayıp mutlu olacağım.
- Demek böyle mutlu olacağını düşünüyorsun. Peki öyleyse sana yardım etmeme karşılık bir isteğimi yapar mısın?
- Elbette, dedi Ali.
- Tam bir yıl sonra burada buluşalım.
Ali, kabul etti. Gerçekten de Ali altınlarına kavuşunca önce çok güzel ve büyük bir ev aldı, sonra arabalar. Tatillere çıktı, dünyayı dolaştı. Güzel kıyafetler aldı. Ama tüm bunlar olurken, ilk günlerin heyecanı geçtikçe, Ali bir şey fark etmeye başlamıştı. Aklına gelen her şeyi alıyordu ama mutlu olamıyordu. Bir türlü yüzü gülmüyor, aksine etrafındaki bu şatafat onu sıkıyordu. Bir yıl böylece çabucak geçti.
Ali, mutsuz bir şekilde, yaşlı adamla buluşacağı yere geldi. Yaşlı adam biraz daha bükülmüş beliyle onu bekliyordu.
- Ne oldu evlât, mutlu olabildin mi? diye sordu.
Ali:
- Hayır, dedi. Canımın her istediğini aldım. Böyle mutlu olacağımı düşünmüştüm. Ama şimdi anlıyorum ki yanılmışım.
Yaşlı adam gülümseyerek Ali'nin sırtını sıvazladı:
- Evlâdım, dedi. Geçen yıla kadar ki hayatını hatırla. Hani hep iyilik yapıyordun. Her iyilik yaptığında, her ağlayan yüzün gülmesine, her ihtiyaç sahibinin ihtiyacının giderilmesine vesile olduğunda kalbinde beliren duygu sence neydi?
-Evet, dedi Ali. Hatırlıyorum. Ben hazineme ulaşmak için her iyilik yaptıktan sonra mutlu olduğumu hissederdim. Canlılara yardım ettikçe onların yüzlerindeki gülümseme bana da geçerdi. Yüzüm ışıldardı.
- İşte, dedi yaşlı adam, dedenin ulaşmanı istediği hazine bunu anlamandı. Ancak iyilik yaparak mutlu olabilir, çevrene faydan dokundukça yaşarsın. Kulübede bulduğun altınlar ise sadece benim yerini bildiğim altınlardı. Dedenle bir ilgisi yoktu. Bana hikâyeni anlatınca senin mutluluğun sırrını anlaman için böyle davrandım.
Ali şaşkınlıkla dinlemişti tüm bu sözleri. Demek dedesi onun için böyle bir hikâye anlatıp durmuştu.
Yaşlı adam:
- Şimdi ne düşünüyorsun?, diye sordu.
Ali gülümseyerek cevap verdi:
- Size çok teşekkür ederim, dedi. Bana gerçek hazinenin iyilik yaparak mutlu olmak olduğunu öğrettiniz. Tüm hayatım boyunca bunu unutmayacağım. Ve artık bunun için uğraşacağım.
Ayşegül Aygün
Ali, uzun yıllar boyunca dedesinden bir hikâye dinleyerek büyümüştü. Hikâyede bir defineden bahsediliyordu. Define altınla dolu bir sandıktı. Ama bu sandığa ulaşmak öyle kolay değildi. Başka define hikâyelerinden farklıydı bu hikâye. Kâğıtların üstüne çizilmiş esrarengiz haritalar yoktu ortada. Altın sandığına ulaşmak için ilginç bir yol izlenmeliydi. Kırk iyilik yapmak gerekiyordu bunun için. İyiliklerin her birinin kırkar canlıya yönelik olması gerekti.
Ali, dedesinden dinlediği hikâyenin tesirinde öyle kalmıştı ki, dedesinin vefatının üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen, bunu unutmamıştı. Kararını vermişti; bu defineye ulaşmak zor olsa da, deneyecekti. Üç yıl boyunca bu iyilikleri yapmak için çok uğraştı. Kırk fidan dikti. Kırk çocuğu giydirdi. Kırk hastaya baktı. Kırk yaşlının işlerine koştu. Yaptığı iyilikler sayesinde etrafta çok sevilen biri olmuştu. O da bu durumdan memnundu. Adı yörede "Hızır Ali"ye çıkmıştı.
Tam otuzdokuz kez kırkar canlıya iyilik etmişti. Şimdi kırkıncı kez farklı bir iyilik yapmalıydı. Ama bir türlü aklına yaptıklarının dışında bir şey gelmiyordu. Haftalarca düşündü bulamadı. Sonunda gidip bir yol kenarına oturdu. Yoldan gelip geçen insanlara soracaktı. Ali, kime yapması gereken son iyiliğin ne olabileceğini sorduysa, ya onu deli sanıp cevap vermediler ya da yine yaptığı iyiliklerden birini söylediler. Ali, çaresizlik içindeydi.
O gece yine sıkıntıyla yola çıkıp bir kenara oturmuştu. Yıldızlarla dolu gökyüzü, dolunayın da tesiriyle ortalığı aydınlatıyordu. Düşüncelere dalmıştı. Uzaktan uzağa köyün tek tek yanan ışıkları görünüyordu. Arada bir köpek havlamaları duyuluyordu. Tam o sırada birisi seslendi:
- Hey evlât, gel bana yardım et.
Ali, sesin geldiği yöne irkilerek döndü. Oldukça yaşlı, saçı-sakalı bembeyaz bir ihtiyar adam orada duruyordu. Sırtındaki çuvalı ağır ağır yere bırakıp yorgun sesiyle tekrar seslendi.
- Evlâdım! Şu çuvalı tepedeki kulübeye çıkarmam gerek. Ama gücüm kalmadı. Uzun yoldan da geliyorum. Hadi bir yardım et de çıkaralım.
Ali, aylardır düşünüp durduğu iyilik için bir fırsat olabilir mi diye bir an düşündü. Ama hemen bu düşüncesinden vazgeçti. Nihayetinde karşısındaki tek bir kişiydi. Oysa onun iyilikleri kırkar canlıya olmalıydı.
Ali yine de:
- Peki olur, dedi yaşlı adama. Sana yardım edeceğim.
Çuvalı sırtına aldı. Ve tepeye çıkmaya başladılar. Yaşlı adam sordu:
- Orada oturmuş, öylece ne düşünüyordun evlâdım?
- Ah, ah! Bir bilseniz, dedi ve hikâyesini anlattı.
Yaşlı adam gülümsedi:
- Senin için çok mu önemli altınlar?
- Elbette, dedi Ali. Çocukluğumdan beri bu hikâyedeki altınlara ulaşma hayaliyle büyüdüm. Ama işte bir türlü yapmam gereken kırkıncı iyiliği bulamıyorum.
- Biraz değişik bir hikâye, dedi yaşlı adam. Dedenin doğru söylediğinden emin misin? Nihayetinde bu sadece bir hikâyedir belki.
- Ali'nin yüzü ciddileşti.
- Dedem dediyse doğrudur. O hiç yalan söylemezdi. Mutlaka altın sandığı var. Ve ona ulaşmanın yolu da bu.
Yaşlı adam yine gülümsedi:
- Peki öyleyse. Yarın akşama kadar benimle kalırsan sana bu kırkıncı iyilik için yardım ederim.
- Ali, sevinçle kabul etti. Kısa süren bir yolculuktan sonra tepedeki kulübeye varmıştılar. Ali, çuvalı yaşlı adama teslim eti. Adam da kapıyı açtı. Ona yatacak yer ve biraz da yiyecek verdi.
- Yarın, dedi, erken kalkacağız. Biraz uyusan iyi olur.
- Ali söyleneni yaptı. Ertesi sabah erkenden kalktılar. Yaşlı adam çuvalı genç Ali'nin sırtına verdi, birlikte aşağıdaki köye indiler. Ev ev dolaşmaya başladılar. Sabahın bu saatinde ortalıkta kimse yoktu. Her evin kapısının önüne geldiklerinde yaşlı adam çuvaldan bir paket çıkarıp bırakıyordu. Böylece tam kırk kapı dolaştılar. Son kapıya da bir paket bırakınca yaşlı adam Ali'ye dönerek:
- İşte istediğin oldu, dedi.
Ali merakla:
- O paketlerde ne vardı?, diye sordu.
- Her pakette kitap vardı. Ama her eve orada oturan kişinin ihtiyaç duyduğu kitapları bıraktık. Meselâ kalbi katılaşan bir adamın evinin önüne merhametle ilgili, cimri bir kadınınkine cömertlikle ilgili, sakatlığı yüzünden hayata küsen bir çocuğunkine aslında ne çok şeye sahip olduğuyla ilgili kitaplar koyduk. Böylece tam kırk kişiye iyilik yapmış olduk. Artık altın sandığına ulaşabilirsin. İşte sana dün gece kaldığımız kulübenin anahtarı. O kulübede masanın altını kaz. Sandık orada gömülü, senindir.
Ali kulaklarına inanamıyordu. Sevinçle:
- Nihayet hayalime kavuşuyorum, dedi. Anahtarı aldığı gibi kulübeye koştu. Bir kazma bulup denilen yeri kazdı. Gerçekten de altın dolu sandık oradaydı. Sevinçle sandığı çıkarıp altınları bir çuvala doldurdu. Altınlarla aşağı inince; yaşlı adamın onu beklediğini gördü.
- Artık altınlara kavuştun, dedi yaşlı adam. Şimdi onlarla ne yapacaksın.
- Ne mi yapacağım, canım ne isterse onu alacağım. Arabalar, evler, güzel giysiler, daha neler neler. Krallar gibi yaşayıp mutlu olacağım.
- Demek böyle mutlu olacağını düşünüyorsun. Peki öyleyse sana yardım etmeme karşılık bir isteğimi yapar mısın?
- Elbette, dedi Ali.
- Tam bir yıl sonra burada buluşalım.
Ali, kabul etti. Gerçekten de Ali altınlarına kavuşunca önce çok güzel ve büyük bir ev aldı, sonra arabalar. Tatillere çıktı, dünyayı dolaştı. Güzel kıyafetler aldı. Ama tüm bunlar olurken, ilk günlerin heyecanı geçtikçe, Ali bir şey fark etmeye başlamıştı. Aklına gelen her şeyi alıyordu ama mutlu olamıyordu. Bir türlü yüzü gülmüyor, aksine etrafındaki bu şatafat onu sıkıyordu. Bir yıl böylece çabucak geçti.
Ali, mutsuz bir şekilde, yaşlı adamla buluşacağı yere geldi. Yaşlı adam biraz daha bükülmüş beliyle onu bekliyordu.
- Ne oldu evlât, mutlu olabildin mi? diye sordu.
Ali:
- Hayır, dedi. Canımın her istediğini aldım. Böyle mutlu olacağımı düşünmüştüm. Ama şimdi anlıyorum ki yanılmışım.
Yaşlı adam gülümseyerek Ali'nin sırtını sıvazladı:
- Evlâdım, dedi. Geçen yıla kadar ki hayatını hatırla. Hani hep iyilik yapıyordun. Her iyilik yaptığında, her ağlayan yüzün gülmesine, her ihtiyaç sahibinin ihtiyacının giderilmesine vesile olduğunda kalbinde beliren duygu sence neydi?
-Evet, dedi Ali. Hatırlıyorum. Ben hazineme ulaşmak için her iyilik yaptıktan sonra mutlu olduğumu hissederdim. Canlılara yardım ettikçe onların yüzlerindeki gülümseme bana da geçerdi. Yüzüm ışıldardı.
- İşte, dedi yaşlı adam, dedenin ulaşmanı istediği hazine bunu anlamandı. Ancak iyilik yaparak mutlu olabilir, çevrene faydan dokundukça yaşarsın. Kulübede bulduğun altınlar ise sadece benim yerini bildiğim altınlardı. Dedenle bir ilgisi yoktu. Bana hikâyeni anlatınca senin mutluluğun sırrını anlaman için böyle davrandım.
Ali şaşkınlıkla dinlemişti tüm bu sözleri. Demek dedesi onun için böyle bir hikâye anlatıp durmuştu.
Yaşlı adam:
- Şimdi ne düşünüyorsun?, diye sordu.
Ali gülümseyerek cevap verdi:
- Size çok teşekkür ederim, dedi. Bana gerçek hazinenin iyilik yaparak mutlu olmak olduğunu öğrettiniz. Tüm hayatım boyunca bunu unutmayacağım. Ve artık bunun için uğraşacağım.
EN GÜZEL GÜL
EN GÜZELİ HANGİSİ
Evvel zaman içinde muhteşem bir hükümdarın dünyalar güzeli bir kızı varmış. Kız evlilik çağına gelmiş ama kimseleri beğenmezmiş. Ne kralların oğulları, ne zengin tüccarların oğulları... Kız herkese burun kıvırıyormuş.
Bu ülkede yakışıklı ama fakir bir genç de istemiş bu kızı. Tabii ki reddedilmiş. Bu genç başka bir ülkeye gitmiş, çalışmış çok zengin olmuş. Ülkesine yıllar sonra geri donmuş ve kendisini reddeden bu kızı görmek istemiş.
Sormuş, soruşturmuş, kızın evini öğrenmiş. Gitmiş evin önünde beklemeye başlamış. Derken kapı açılmış, çirkin bir adam çıkmış. Adam gittikten sonra bizimki kapıyı çalmış. Kız açmış. Genç neden bu kadar çirkin bir adamla evlendiğini sormuş kıza. Kız da onu evin arka bahçesinde bulunan muhteşem bir gül bahçesine götürmüş.
"Sorunun cevabini öğreneceksin. Şimdi bu gül bahçesinde en güzel gülü bulup bana getirmeni istiyorum. Yalnız bir şartla, bahçede ilerlerken asla geri adım atamazsın."
Genç
"Tamam" demiş ve başlamış bahçede ilerlemeye. Tam en güzel gülü gördüm derken, başka güzel bir gül daha görüyormuş. Tam o güle elini atacakken başka güzel bir gül, tam onu koparacakken başka güzel bir gül... Bir bakmış bahçenin sonuna gelmiş, geriye adım atması yasak!
Bahçenin sonunda boynu bükük solmuş güzel olmayan bir gül koparmak zorunda kalmış. "İşte! demiş kız. Anladın mı şimdi niye bu adamı seçtiğimi?"
Evvel zaman içinde muhteşem bir hükümdarın dünyalar güzeli bir kızı varmış. Kız evlilik çağına gelmiş ama kimseleri beğenmezmiş. Ne kralların oğulları, ne zengin tüccarların oğulları... Kız herkese burun kıvırıyormuş.
Bu ülkede yakışıklı ama fakir bir genç de istemiş bu kızı. Tabii ki reddedilmiş. Bu genç başka bir ülkeye gitmiş, çalışmış çok zengin olmuş. Ülkesine yıllar sonra geri donmuş ve kendisini reddeden bu kızı görmek istemiş.
Sormuş, soruşturmuş, kızın evini öğrenmiş. Gitmiş evin önünde beklemeye başlamış. Derken kapı açılmış, çirkin bir adam çıkmış. Adam gittikten sonra bizimki kapıyı çalmış. Kız açmış. Genç neden bu kadar çirkin bir adamla evlendiğini sormuş kıza. Kız da onu evin arka bahçesinde bulunan muhteşem bir gül bahçesine götürmüş.
"Sorunun cevabini öğreneceksin. Şimdi bu gül bahçesinde en güzel gülü bulup bana getirmeni istiyorum. Yalnız bir şartla, bahçede ilerlerken asla geri adım atamazsın."
Genç
"Tamam" demiş ve başlamış bahçede ilerlemeye. Tam en güzel gülü gördüm derken, başka güzel bir gül daha görüyormuş. Tam o güle elini atacakken başka güzel bir gül, tam onu koparacakken başka güzel bir gül... Bir bakmış bahçenin sonuna gelmiş, geriye adım atması yasak!
Bahçenin sonunda boynu bükük solmuş güzel olmayan bir gül koparmak zorunda kalmış. "İşte! demiş kız. Anladın mı şimdi niye bu adamı seçtiğimi?"
ÇOCUGUMA:
ÇOCUGUMA:
Sadece bu sabah için, içimden ağlamak geldiği halde
yüzünü gördüğümde gülümseyeceğim
Sadece bu sabah için, ne giymek istediginin
seçimini sana birakacagim ve gülümseyerek
ne kadar yakistigini söyleyecegim
Sadece bu sabah, çamasirlari yikamaktan vazgeçip
seninle parkta oynamaya gidecegim
Bu sabah bulasiklari lavaboda birakip
bulmacanin nasil çözüldügünü bana ögretmeni
izleyecegim
Ögleden sonra telefonun fisini çekip
bilgisayari kapatacagim ve arka bahçede oturup
seninle köpükten balonlar uçuracagim
Bu ögleden sonra dondurma arabasi için çigliklar attiginda
sana hiç kizmayacagim ve gelirse bir tane alacagim
Bu ögleden sonra büyüdügünde ne olacagin hakkinda
hiç canimi sikmayacagim. Ya da seni ilgilendiren konularda
ikinci bir düsünce üretmeyecegim
Bu ögleden sonra kurabiye pisirirken bana yardim etmene
izin verecegim ve tepende dikilip düzeltmeye çalismayacagim
Bu ögleden sonra Mc Donald's a gidecegiz ve iki tane
çocuk menüsü isteyecegiz ki, iki oyuncak alabilesin
Bu gece seni kollarimda tutacagim ve nasil dogdugunu
seni ne kadar çok sevdigimi anlatacagim
Bu gece küvette sulari siçratmana izin verecegim
ve sana hiç kizmayacagim
Bu gece geç saate kadar oturmana
ve balkonda oturup yildizlari saymana izin verecegim
Bu gece yanina uzanip
en sevdigim TV programlarini bir kenara birakacagim
Bu gece sen dua ederken parmaklarimi saçlarinda dolastirip
bana en büyük armagani verdigi için
tanriya sükredecegim
Kayip çocuklarini arayan anne ve babalari düsünecegim
Yatak odalari yerine çocuklarinin mezarlarini ziyaret edenleri
ve hastane odalarinda donuk bakislarla,
daha fazla içlerinde tutamadiklari çigliklariyla
hasta çocuklarini seyreden anne babalari düsünecegim
Ve bu gece yanagina iyi geceler öpücügü kondurdugumda
seni biraz daha sıkıve birazdaha uzun tutacagim kollarimda
Tanriya
senin için tesekkür edip
bize yalnizca bir gün daha vermesi için
yakaracagim...........
Sadece bu sabah için, içimden ağlamak geldiği halde
yüzünü gördüğümde gülümseyeceğim
Sadece bu sabah için, ne giymek istediginin
seçimini sana birakacagim ve gülümseyerek
ne kadar yakistigini söyleyecegim
Sadece bu sabah, çamasirlari yikamaktan vazgeçip
seninle parkta oynamaya gidecegim
Bu sabah bulasiklari lavaboda birakip
bulmacanin nasil çözüldügünü bana ögretmeni
izleyecegim
Ögleden sonra telefonun fisini çekip
bilgisayari kapatacagim ve arka bahçede oturup
seninle köpükten balonlar uçuracagim
Bu ögleden sonra dondurma arabasi için çigliklar attiginda
sana hiç kizmayacagim ve gelirse bir tane alacagim
Bu ögleden sonra büyüdügünde ne olacagin hakkinda
hiç canimi sikmayacagim. Ya da seni ilgilendiren konularda
ikinci bir düsünce üretmeyecegim
Bu ögleden sonra kurabiye pisirirken bana yardim etmene
izin verecegim ve tepende dikilip düzeltmeye çalismayacagim
Bu ögleden sonra Mc Donald's a gidecegiz ve iki tane
çocuk menüsü isteyecegiz ki, iki oyuncak alabilesin
Bu gece seni kollarimda tutacagim ve nasil dogdugunu
seni ne kadar çok sevdigimi anlatacagim
Bu gece küvette sulari siçratmana izin verecegim
ve sana hiç kizmayacagim
Bu gece geç saate kadar oturmana
ve balkonda oturup yildizlari saymana izin verecegim
Bu gece yanina uzanip
en sevdigim TV programlarini bir kenara birakacagim
Bu gece sen dua ederken parmaklarimi saçlarinda dolastirip
bana en büyük armagani verdigi için
tanriya sükredecegim
Kayip çocuklarini arayan anne ve babalari düsünecegim
Yatak odalari yerine çocuklarinin mezarlarini ziyaret edenleri
ve hastane odalarinda donuk bakislarla,
daha fazla içlerinde tutamadiklari çigliklariyla
hasta çocuklarini seyreden anne babalari düsünecegim
Ve bu gece yanagina iyi geceler öpücügü kondurdugumda
seni biraz daha sıkıve birazdaha uzun tutacagim kollarimda
Tanriya
senin için tesekkür edip
bize yalnizca bir gün daha vermesi için
yakaracagim...........
33 ADIMDA HAYATINIZI RENKLENDİRİN
33 ADIMDA HAYATINIZI RENKLENDİRİN
Birden her şey çok kötü gitmeye başlar ve artık hayatınızı güzelleştirmek için çözüm bulmakta zorlandığınızı hissedersiniz. Ama endişelenmeyin. İngiliz Observer gazetesinin uzmanlara hazırlattığı reçete, sevgilinizle ilişkinizden iş hayatınıza kadar pek çok konuda renkli ve uygulanabilir çözümler sunuyor...
İlişkiler
1. Düzenli ve tutkulu bir ilişki yürütmenin en iyi yolu dönem dönem hiçbir şey yapmamaktır. Kimse birbirine acı vermeden, biraz ilişkiden uzaklaşın.
2. Uzmanların "paradoksal problem çözümü" adını verdiği yöntemi uygulayın. Örneğin, cinsel sorunlarınızı gidip bir danışmanla görüşmek yerine önce yatağınızın yerini değiştirin.
3. Evli çiftler konusunda uzman John Gottman'a kulak verin. Araştırmasına katılan çiftlerden hangilerinin üç yıl içinde boşanacağını yüzde 94'lük doğruluk payıyla bilen Gottman'a göre, kadınlar kocalarının söylediği sözlere 15 dakikalık periyotlar içinde dört ya da beş kez sinirleniyorsa, bu çiftin en geç dört yıl içinde boşanacağı anlamına geliyor.
4. Yine Gottman'a göre, eğer sevgilinizle tartışarak geçirdiğiniz vakit, onunla sorunsuz, mutlu geçirdiğiniz vaktin sadece yedide biri kadar ise, ilişkiniz iyi gidiyor demektir. Eğer sorunlarınızın yüzde altmışı "çözülemez" türdense meraklanmayın, normalsiniz.
Kültür
5. Televizyonunuzu atın! Saçma gelebilir ama eğer ömrünüzün bir yılını televizyondan uzak geçirirseniz, kendinizi çok daha iyi hissedeceksiniz. Böylece sinemaya, tiyatroya gitmek için de bol vakit bulabilirsiniz.
6. Hayatta olup bitenleri takip etmek için dünyanın dört bir yanında çıkan gazeteleri, dergileri İnternetten okuyun.
7. En az beş tane caz albümü alın. İste size küçük öneriler: Miler Davis'in "Kine of Blum," John Coltrane'in "A Lome Suareme" ya da Duke Ellington'in bir albümü.
8. Bestseller'lardan nefret etseniz de, en kısa zamanda Tolkien ile tanışın. "Yüzüklerin Efendisi" filmi geldiğinde, en azından bu konuda söyleyecek sözünüz olur.
İş
9. Kariyer seçiminizi yaparken "kapasite"niz kadar sizin için "uygun" olup olmadığını göz önünde bulundurun. En önemli on kişisel özelliğinizin listesini yapın ve sizin için neyin önemli olduğuna karar verin.
10. Zeki bir çalışkan olun. Önemli olan nasıl "çok çalıştığınız" değil, nasıl "çalıştığınız"dır. Temel ipucu: Her ne kadar güç patronunuzda olsa da, ofisteki diğer çalışanları da etkilemeye çalısın.
11. Değişikliklerden korkmayın. İş yaşamındaki değişiklikler bir dönem her şeyin yerli yerine oturması için kendinize vakit tanımanız anlamına gelir.
12. "Esnek" olun. Günümüz iş dünyası çok yönlü hizmet verebilen, birçok konuda uzmanlaşmış elemana ihtiyaç duyuyor.
Oyun
13. Arada bir de olsa spontane davranın. Eğer bir ünlüye çok uzun zamandır hayransanız, hemen ona bir e-mail gönderin. Hoşlandığınız kişiyi ilk gördüğünüz anda ona duygularınızdan bahsedin. İçinizden
mırıldandığınız şarkıyı yüksek sesle söylemeye başlayın.
14. Güzel bir şey yapın. Zahmetli ama lezzetli bir yemek, sevdiğiniz biri için bir kartpostal, kişisel İnternet sitesi... Bunlar kendinizi iyi hissettirecektir.
15. Tutkularınızı paylaşabileceğiniz insanlar bulun. Beraber saatlerce bilgisayar oyunu oynayacağınız, spor yapacağınız, satranç oynayacağınız birileri hayatınızı renklendirecektir.
Sağlık
16. Gülün. Gülmek sadece stresinizi yenmenizi sağlamakla kalmaz, kalbinizi de korur. Amerikalı ilim adamları çok gülen insanların kalp hastalıklarına karşı daha dayanıklı olduğunu söylüyor.
17. Sigarayı bırakın. Herhangi bir sağlık sorunundan muzdaripseniz, öncelikle yapmanız gereken yine sigarayı bırakmaktır. Kararlı olun.
18. Yanınızda her zaman aspirin bulundurun. Sadece baş ağrısını geçirmez, zamanı gelince hayatınızı da kurtarır. İngiliz Kalp Vakfı’nın Araştırmasına göre, kalp krizi geçiren birine verilen aspirin ölüm riskini büyük ölçüde azaltıyor.
19 Korunun. Cinsel ilişki yoluyla bulaşan hastalıklar gün geçtikçe artıyor.
Mutluluk
20. Yeni yılda olumlu düşünme gücünüzü devreye sokun. Her gün, sizi neyin rahatsız ettiğini düşünün ve o konuda çözüm üretmeye çalısın.
21. Üstünüzdeki giysiye şöyle bir bakın: Çevrenize nasıl bir mesaj veriyorsunuz? Giysilerinizde ne kadar açık renkler tercih ederseniz başkalarının enerjisini de o kadar itersiniz. Bu yüzden doktorlar beyaz giyer. Koyu renkleri tercih ederseniz, daha fazla enerji çekersiniz üstünüze ve otoriter bir havanız olur; bu yüzden polis üniformaları koyu renktir. Toplum içindeki konumunuza uygun renkte elbiseler giyin; aralara ruhunuzu ortaya çıkaracak renkler katmaktan çekinmeyin.
22. Kalp egzersizi yapın: İnsanları sevin!
23. Bütün konsantrasyonunuzu beyninizin merkezine, yani gözlerinizin tam ortasına yoğunlaştırın: Ruhun gerçek yuvasına. Bu egzersiz yoga felsefesine göre ruhsal ölümsüzlük anlamına gelen, "üçüncü öz"ünümü açacak.
Beslenme
24. Kalori hesaplarını bir kenara bırakın. Eğer kilonuzun fazla olduğuna inanıyorsanız, aşırıya kaçtığınız noktalarda kendinizi tutmaya çalısın.
25. Bir meyve sıkma makinesi alın ve uzmanlara kulak vererek haftada üç kez "kullanın!"
26. Saat başı bir bardak su için. Bu sık sık tuvalete gitme ihtiyacına yol açacak olsa da, yarım litre su enerjinize yüzde 20 enerji katar.
27. Bu seneyi "iyi uyuma yılı" seçin: Gün ortasından sonra kafeinli içeceklerden uzak durun, alkol almayın, bedeniniz iflas etmeden yatağa girin.
Zayıflama
28. Spor yaparken bulunduğunuz ortamın aromalı olmasına özen gösterin. Şaka değil; New York'ta yapılan bir araştırmaya göre, spor yaptığınız ortam nane kokuyorsa enerjiniz artıyor ve daha az zorlanıyorsunuz.
29 "48 saat kuralı"nı aklınızdan çıkarmayın. Her gün spor yapmak çok da doğru değil bazı uzmanlara göre. Ama eğer her spor seansı arasında 48 saatten fazla vakit bırakırsanız da zorlanma ihtimaliniz var.
30. Egzersiz yapmak istiyorsanız, açık havayı tercih edin diyor uzmanlar. Amerikan Egzersiz Merkezi (ACE) bu yılın en büyük spor trendinin açık havada verilecek egzersiz dersleri olacağını açıkladı.
Para
31. Ailenizi "finans gurksu" olarak görmeyin. Son araştırmalar, insanların yüzde 40'ının parayla ilgili sorunu olduğunda ailelerine danıştığını ortaya çıkardı. Ama uzmanlar bu yaklaşımın yanlış olduğu görüsünde; tabii eğer 20 yıl öncesinin önerilerini dinleme arzusunda değilseniz.
32. Eğer para konusunda eşinizle ortak hareket ediyorsanız, görüşmelere mutlaka birlikte gidin. Çünkü kadınlar can alıcı sorular sorma konusunda erkeklerden daha yetenekli.
33. İyi para kazanmak istiyorsanız, kariyerinizi seçerken özen gösterin. Warwick Üniversitesi'nin yaptığı bir araştırmaya göre hukuk ve politika eğitimi görenler ziraat fakültelerinden mezun olanlardan
yüzde 50 daha az kazanıyor.
Hiçbir şey için "BENİMDİR" deme! Sadece deki: "YANIMDADIR!" Çünkü ne "ALTIN" ne "TOPRAK" ne "YAŞAM" ne "ÖLÜM" ne "SEVGİLİ" ne de "KEDER" daima SENİN KALMAZ!!!
Birden her şey çok kötü gitmeye başlar ve artık hayatınızı güzelleştirmek için çözüm bulmakta zorlandığınızı hissedersiniz. Ama endişelenmeyin. İngiliz Observer gazetesinin uzmanlara hazırlattığı reçete, sevgilinizle ilişkinizden iş hayatınıza kadar pek çok konuda renkli ve uygulanabilir çözümler sunuyor...
İlişkiler
1. Düzenli ve tutkulu bir ilişki yürütmenin en iyi yolu dönem dönem hiçbir şey yapmamaktır. Kimse birbirine acı vermeden, biraz ilişkiden uzaklaşın.
2. Uzmanların "paradoksal problem çözümü" adını verdiği yöntemi uygulayın. Örneğin, cinsel sorunlarınızı gidip bir danışmanla görüşmek yerine önce yatağınızın yerini değiştirin.
3. Evli çiftler konusunda uzman John Gottman'a kulak verin. Araştırmasına katılan çiftlerden hangilerinin üç yıl içinde boşanacağını yüzde 94'lük doğruluk payıyla bilen Gottman'a göre, kadınlar kocalarının söylediği sözlere 15 dakikalık periyotlar içinde dört ya da beş kez sinirleniyorsa, bu çiftin en geç dört yıl içinde boşanacağı anlamına geliyor.
4. Yine Gottman'a göre, eğer sevgilinizle tartışarak geçirdiğiniz vakit, onunla sorunsuz, mutlu geçirdiğiniz vaktin sadece yedide biri kadar ise, ilişkiniz iyi gidiyor demektir. Eğer sorunlarınızın yüzde altmışı "çözülemez" türdense meraklanmayın, normalsiniz.
Kültür
5. Televizyonunuzu atın! Saçma gelebilir ama eğer ömrünüzün bir yılını televizyondan uzak geçirirseniz, kendinizi çok daha iyi hissedeceksiniz. Böylece sinemaya, tiyatroya gitmek için de bol vakit bulabilirsiniz.
6. Hayatta olup bitenleri takip etmek için dünyanın dört bir yanında çıkan gazeteleri, dergileri İnternetten okuyun.
7. En az beş tane caz albümü alın. İste size küçük öneriler: Miler Davis'in "Kine of Blum," John Coltrane'in "A Lome Suareme" ya da Duke Ellington'in bir albümü.
8. Bestseller'lardan nefret etseniz de, en kısa zamanda Tolkien ile tanışın. "Yüzüklerin Efendisi" filmi geldiğinde, en azından bu konuda söyleyecek sözünüz olur.
İş
9. Kariyer seçiminizi yaparken "kapasite"niz kadar sizin için "uygun" olup olmadığını göz önünde bulundurun. En önemli on kişisel özelliğinizin listesini yapın ve sizin için neyin önemli olduğuna karar verin.
10. Zeki bir çalışkan olun. Önemli olan nasıl "çok çalıştığınız" değil, nasıl "çalıştığınız"dır. Temel ipucu: Her ne kadar güç patronunuzda olsa da, ofisteki diğer çalışanları da etkilemeye çalısın.
11. Değişikliklerden korkmayın. İş yaşamındaki değişiklikler bir dönem her şeyin yerli yerine oturması için kendinize vakit tanımanız anlamına gelir.
12. "Esnek" olun. Günümüz iş dünyası çok yönlü hizmet verebilen, birçok konuda uzmanlaşmış elemana ihtiyaç duyuyor.
Oyun
13. Arada bir de olsa spontane davranın. Eğer bir ünlüye çok uzun zamandır hayransanız, hemen ona bir e-mail gönderin. Hoşlandığınız kişiyi ilk gördüğünüz anda ona duygularınızdan bahsedin. İçinizden
mırıldandığınız şarkıyı yüksek sesle söylemeye başlayın.
14. Güzel bir şey yapın. Zahmetli ama lezzetli bir yemek, sevdiğiniz biri için bir kartpostal, kişisel İnternet sitesi... Bunlar kendinizi iyi hissettirecektir.
15. Tutkularınızı paylaşabileceğiniz insanlar bulun. Beraber saatlerce bilgisayar oyunu oynayacağınız, spor yapacağınız, satranç oynayacağınız birileri hayatınızı renklendirecektir.
Sağlık
16. Gülün. Gülmek sadece stresinizi yenmenizi sağlamakla kalmaz, kalbinizi de korur. Amerikalı ilim adamları çok gülen insanların kalp hastalıklarına karşı daha dayanıklı olduğunu söylüyor.
17. Sigarayı bırakın. Herhangi bir sağlık sorunundan muzdaripseniz, öncelikle yapmanız gereken yine sigarayı bırakmaktır. Kararlı olun.
18. Yanınızda her zaman aspirin bulundurun. Sadece baş ağrısını geçirmez, zamanı gelince hayatınızı da kurtarır. İngiliz Kalp Vakfı’nın Araştırmasına göre, kalp krizi geçiren birine verilen aspirin ölüm riskini büyük ölçüde azaltıyor.
19 Korunun. Cinsel ilişki yoluyla bulaşan hastalıklar gün geçtikçe artıyor.
Mutluluk
20. Yeni yılda olumlu düşünme gücünüzü devreye sokun. Her gün, sizi neyin rahatsız ettiğini düşünün ve o konuda çözüm üretmeye çalısın.
21. Üstünüzdeki giysiye şöyle bir bakın: Çevrenize nasıl bir mesaj veriyorsunuz? Giysilerinizde ne kadar açık renkler tercih ederseniz başkalarının enerjisini de o kadar itersiniz. Bu yüzden doktorlar beyaz giyer. Koyu renkleri tercih ederseniz, daha fazla enerji çekersiniz üstünüze ve otoriter bir havanız olur; bu yüzden polis üniformaları koyu renktir. Toplum içindeki konumunuza uygun renkte elbiseler giyin; aralara ruhunuzu ortaya çıkaracak renkler katmaktan çekinmeyin.
22. Kalp egzersizi yapın: İnsanları sevin!
23. Bütün konsantrasyonunuzu beyninizin merkezine, yani gözlerinizin tam ortasına yoğunlaştırın: Ruhun gerçek yuvasına. Bu egzersiz yoga felsefesine göre ruhsal ölümsüzlük anlamına gelen, "üçüncü öz"ünümü açacak.
Beslenme
24. Kalori hesaplarını bir kenara bırakın. Eğer kilonuzun fazla olduğuna inanıyorsanız, aşırıya kaçtığınız noktalarda kendinizi tutmaya çalısın.
25. Bir meyve sıkma makinesi alın ve uzmanlara kulak vererek haftada üç kez "kullanın!"
26. Saat başı bir bardak su için. Bu sık sık tuvalete gitme ihtiyacına yol açacak olsa da, yarım litre su enerjinize yüzde 20 enerji katar.
27. Bu seneyi "iyi uyuma yılı" seçin: Gün ortasından sonra kafeinli içeceklerden uzak durun, alkol almayın, bedeniniz iflas etmeden yatağa girin.
Zayıflama
28. Spor yaparken bulunduğunuz ortamın aromalı olmasına özen gösterin. Şaka değil; New York'ta yapılan bir araştırmaya göre, spor yaptığınız ortam nane kokuyorsa enerjiniz artıyor ve daha az zorlanıyorsunuz.
29 "48 saat kuralı"nı aklınızdan çıkarmayın. Her gün spor yapmak çok da doğru değil bazı uzmanlara göre. Ama eğer her spor seansı arasında 48 saatten fazla vakit bırakırsanız da zorlanma ihtimaliniz var.
30. Egzersiz yapmak istiyorsanız, açık havayı tercih edin diyor uzmanlar. Amerikan Egzersiz Merkezi (ACE) bu yılın en büyük spor trendinin açık havada verilecek egzersiz dersleri olacağını açıkladı.
Para
31. Ailenizi "finans gurksu" olarak görmeyin. Son araştırmalar, insanların yüzde 40'ının parayla ilgili sorunu olduğunda ailelerine danıştığını ortaya çıkardı. Ama uzmanlar bu yaklaşımın yanlış olduğu görüsünde; tabii eğer 20 yıl öncesinin önerilerini dinleme arzusunda değilseniz.
32. Eğer para konusunda eşinizle ortak hareket ediyorsanız, görüşmelere mutlaka birlikte gidin. Çünkü kadınlar can alıcı sorular sorma konusunda erkeklerden daha yetenekli.
33. İyi para kazanmak istiyorsanız, kariyerinizi seçerken özen gösterin. Warwick Üniversitesi'nin yaptığı bir araştırmaya göre hukuk ve politika eğitimi görenler ziraat fakültelerinden mezun olanlardan
yüzde 50 daha az kazanıyor.
Hiçbir şey için "BENİMDİR" deme! Sadece deki: "YANIMDADIR!" Çünkü ne "ALTIN" ne "TOPRAK" ne "YAŞAM" ne "ÖLÜM" ne "SEVGİLİ" ne de "KEDER" daima SENİN KALMAZ!!!
7 KUTSAL GERÇEK
7 KUTSAL GERÇEK
- Kaç yıldır benim yanımdasın?
- 20 yıldır efendim
- Bu zaman süresince benden ne öğrendin?
- Hiçbir şeyle değişmeyeceğim yedi gerçek öğrendim.
- Ömrüm seninle geçtiği halde topu topu 7 gerçek mi öğrendin?
- Evet
- Söyle bakalım öyleyse neler öğrendin?
- Baktım ki herkes bir şeyi dost ediniyor, ona gönül verip bağlanıyor. Ancak bunlardan hemen hepsi insanı yarı yolda bırakıyor. Ben ise, beni hiç bırakmayacak, ölümden sonra bile benimle gelecek şeyleri aradım. Ve dost olarak iyilikleri seçtim kendime. Ki onlar sonsuz bir yükselme yolculuğuna çıkmış insanoğlunun hiç tükenmeyecek azığı ve en gerçek dostlarıdır.
- Çok güzel, ikincisi ne bakalım?
- Baktım ki, insanların bir çoğu geçici dünya değerlerine dört elle sarılmış onları koruyor, kasalarda saklıyor, kaybolmaması için her çareye başvuruyor. Kimi zenginliğine, kimi güzelliğine, kimi ününe tutunmuş sımsıkı, onları elden çıkarmamak için çırpınıp duruyor. Oysa ben varlığımı ve bütün isteklerimi O'na satıp, gönlümü yalnız O'nun sevgisine açtım.
- Devam et!
- İnsanların üstün olmak için birbirleriyle yarıştıklarını gördüm. Ancak bir çoğu üstünlüğü yanlış yerlerde arıyor ve birbirinin üstüne basarak yükselmek istiyordu. Bunun üzerine üstünlüğü geçici dünya değerlerinde değil, akıl ve ahlakça yükselmekte, kötülüklerin her çeşidinden el etek çekip, iyiliklere vasıta olmakta aradım.
- Devam et yavrum.
- Yine baktım ki, insanlar sabahtan akşama birbirleriyle uğraşıyor, boş yere hayatı zehir ediyorlar kendilerine. Bütün bunların benlik, bencillik ve çekememezlikten ileri geldiğini gördüm. Ve gönlümü bu kirlerden arıtarak, herkesle dost olup, huzur ve güven içinde yaşamanın yolunu buldum.
- Sonra?
- Nedense herkes hatasının sebebini hep dışta arıyor ve başkalarını suçlamak yoluna sapıyordu. Böylece suçlarının örtüsü altına saklanıyordu. Oysa insanın başına ne geliyorsa kendi yüzünden ve kendi eliyle geliyordu. Bunun bilip yalnız kendimle cenge girerek, nefsimin iradesine uymamaya ve vesvese verenin ağına düşmemeye çalıştım.
- Doğru...
- Baktım ki insanlar şu bir lokma ekmek ve dünya geçimi için helal haram demeden, her türlü hakkı çiğnemekten çekinmiyorlar. Hem başkalarının hakkını alıp onları yoksul bırakmakla, hem de bu haksızlığın azabını ağır bir yük gibi vicdanlarında taşımakla iki kere kötülük etmiş oluyorlar. Oysa doğru yaşanıldığında ve hakça bölüşüldüğünde dünya nimetleri insanlara yeter de artardı bile.
- Ve yedinci?
- Yedinci olarak şunu gördüm ki, insanlar bir şeye dayanmak ve güvenmek ihtiyacındadırlar. Kimi zenginliğine, kimi güzelliğine... Bunların hepsi de bir süre sonra yıkılacak eğreti desteklerdir. Ben ise yalnız O'na sığınıp yalnız O'ndan yardım diledim. Ve bunun karşılığı sonsuz bir güven oldu
- Seni tebrik ederim evladım. Ben de yıllar yılı bütün din kitaplarını inceledim. Hepsinin bu 7 gerçek etrafında döndüğünü tespit ettim.
- Kaç yıldır benim yanımdasın?
- 20 yıldır efendim
- Bu zaman süresince benden ne öğrendin?
- Hiçbir şeyle değişmeyeceğim yedi gerçek öğrendim.
- Ömrüm seninle geçtiği halde topu topu 7 gerçek mi öğrendin?
- Evet
- Söyle bakalım öyleyse neler öğrendin?
- Baktım ki herkes bir şeyi dost ediniyor, ona gönül verip bağlanıyor. Ancak bunlardan hemen hepsi insanı yarı yolda bırakıyor. Ben ise, beni hiç bırakmayacak, ölümden sonra bile benimle gelecek şeyleri aradım. Ve dost olarak iyilikleri seçtim kendime. Ki onlar sonsuz bir yükselme yolculuğuna çıkmış insanoğlunun hiç tükenmeyecek azığı ve en gerçek dostlarıdır.
- Çok güzel, ikincisi ne bakalım?
- Baktım ki, insanların bir çoğu geçici dünya değerlerine dört elle sarılmış onları koruyor, kasalarda saklıyor, kaybolmaması için her çareye başvuruyor. Kimi zenginliğine, kimi güzelliğine, kimi ününe tutunmuş sımsıkı, onları elden çıkarmamak için çırpınıp duruyor. Oysa ben varlığımı ve bütün isteklerimi O'na satıp, gönlümü yalnız O'nun sevgisine açtım.
- Devam et!
- İnsanların üstün olmak için birbirleriyle yarıştıklarını gördüm. Ancak bir çoğu üstünlüğü yanlış yerlerde arıyor ve birbirinin üstüne basarak yükselmek istiyordu. Bunun üzerine üstünlüğü geçici dünya değerlerinde değil, akıl ve ahlakça yükselmekte, kötülüklerin her çeşidinden el etek çekip, iyiliklere vasıta olmakta aradım.
- Devam et yavrum.
- Yine baktım ki, insanlar sabahtan akşama birbirleriyle uğraşıyor, boş yere hayatı zehir ediyorlar kendilerine. Bütün bunların benlik, bencillik ve çekememezlikten ileri geldiğini gördüm. Ve gönlümü bu kirlerden arıtarak, herkesle dost olup, huzur ve güven içinde yaşamanın yolunu buldum.
- Sonra?
- Nedense herkes hatasının sebebini hep dışta arıyor ve başkalarını suçlamak yoluna sapıyordu. Böylece suçlarının örtüsü altına saklanıyordu. Oysa insanın başına ne geliyorsa kendi yüzünden ve kendi eliyle geliyordu. Bunun bilip yalnız kendimle cenge girerek, nefsimin iradesine uymamaya ve vesvese verenin ağına düşmemeye çalıştım.
- Doğru...
- Baktım ki insanlar şu bir lokma ekmek ve dünya geçimi için helal haram demeden, her türlü hakkı çiğnemekten çekinmiyorlar. Hem başkalarının hakkını alıp onları yoksul bırakmakla, hem de bu haksızlığın azabını ağır bir yük gibi vicdanlarında taşımakla iki kere kötülük etmiş oluyorlar. Oysa doğru yaşanıldığında ve hakça bölüşüldüğünde dünya nimetleri insanlara yeter de artardı bile.
- Ve yedinci?
- Yedinci olarak şunu gördüm ki, insanlar bir şeye dayanmak ve güvenmek ihtiyacındadırlar. Kimi zenginliğine, kimi güzelliğine... Bunların hepsi de bir süre sonra yıkılacak eğreti desteklerdir. Ben ise yalnız O'na sığınıp yalnız O'ndan yardım diledim. Ve bunun karşılığı sonsuz bir güven oldu
- Seni tebrik ederim evladım. Ben de yıllar yılı bütün din kitaplarını inceledim. Hepsinin bu 7 gerçek etrafında döndüğünü tespit ettim.
700 YILLIK ALTIN ÖĞÜT
700 YILLIK ALTIN ÖĞÜT
ŞEYH EDEBALİ’NİN OSMANLI DEVLETİNİN KURUCUSU ve DAMADI OSMAN GAZİ’YE VASİYETİ
Ey oğul, artık Bey’sin!
Bundan sonra öfke bize, uysallık sana.
Güceniklik bize, gönül almak sana.
Suçlamak bize, katlanmak sana.
Acizlik bize, hoş görmek sana.
Anlaşmazlıklar bize, adalet sana.
Haksızlık bize, bağışlamak sana...
Ey oğul, sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz.
Şunu da unutma; insanı yaşat ki devlet yaşasın.
Ey oğul, işin ağır, işin çetin, gücün kula bağlı.
Allah yardımcın olsun...
Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın!
Ama; bunları nerede, nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarında savrulur gidersin.
Öfken ne nefsin bir olup aklını yener.
Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın!
Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi değildir. Bütün bilinmeyenler feth edilmeyenler, görünmeyenler, ancak sen faziletli ve ahlaklı olursan gün ışığına çıkacaktır.
Ey oğul! Ananı, atanı say !
Bereket büyüklerle beraberdir.
İnancını kaybedersen, yeşilken çöllere dönersin.
Açık sözlü ol ! Her sözü üstüne alma!
Gördüğünü görme ! Bildiğini bilme”
Sevildiğin yere sık gidip gelme !
Ey oğul ! Üç kişiye acı:
Cahil arasındaki alime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene.
Ey oğul ! unutma ki,yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
Haklıysan mücadeleden korkma.
ŞEYH EDEBALİ’NİN OSMANLI DEVLETİNİN KURUCUSU ve DAMADI OSMAN GAZİ’YE VASİYETİ
Ey oğul, artık Bey’sin!
Bundan sonra öfke bize, uysallık sana.
Güceniklik bize, gönül almak sana.
Suçlamak bize, katlanmak sana.
Acizlik bize, hoş görmek sana.
Anlaşmazlıklar bize, adalet sana.
Haksızlık bize, bağışlamak sana...
Ey oğul, sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz.
Şunu da unutma; insanı yaşat ki devlet yaşasın.
Ey oğul, işin ağır, işin çetin, gücün kula bağlı.
Allah yardımcın olsun...
Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın!
Ama; bunları nerede, nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarında savrulur gidersin.
Öfken ne nefsin bir olup aklını yener.
Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın!
Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi değildir. Bütün bilinmeyenler feth edilmeyenler, görünmeyenler, ancak sen faziletli ve ahlaklı olursan gün ışığına çıkacaktır.
Ey oğul! Ananı, atanı say !
Bereket büyüklerle beraberdir.
İnancını kaybedersen, yeşilken çöllere dönersin.
Açık sözlü ol ! Her sözü üstüne alma!
Gördüğünü görme ! Bildiğini bilme”
Sevildiğin yere sık gidip gelme !
Ey oğul ! Üç kişiye acı:
Cahil arasındaki alime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene.
Ey oğul ! unutma ki,yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
Haklıysan mücadeleden korkma.
700 YILLIK ALTIN ÖĞÜT
700 YILLIK ALTIN ÖĞÜT
Aşağıda Osman Bey'e ünlü İslam Alimi, Şeyh Edeb-Ali'nin verdiği öğütleri
anlatan bir yazı. Çok hoşuma gitti. Neredeyse 700 yıl önce
söylenmiş ama hiç mi hiç eskimemiş. Tüm zamanlar için geçerli.
"Oğul insanlar vardır şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler.
Avun oğlum avun. Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın,
ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen sabah
rüzgarında savrulur gidersin...
Öfken ve nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve
iradene sahip olasın. Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük
değildir. Bütün fethedilmemiş gizemler, bilinmeyenler,
görülmeyenler ancak senin fazilet erdemlerinle gün ışığına
çıkacaktır. Ananı, atanı say, bereket büyüklerle beraberdir.
Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere
dönersin. Açık sözlü ol, her sözü üstüne alma. Gördün söyleme,
bildin bilme.
Sevildiğin yere sık gidip gelme, kalkar muhabbetin itibar olmaz.
Üç kişiye acı:
* Cahiller arasındaki alime,
* Zenginken fakir düşene,
* Hatırlı iken itibarını kaybedene.
Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
Haklı olduğunda mücadeleden korkma.
"Bilesin ki atın iyisine DORU,"
"Yiğidin iyisine DELİ derler."
Aşağıda Osman Bey'e ünlü İslam Alimi, Şeyh Edeb-Ali'nin verdiği öğütleri
anlatan bir yazı. Çok hoşuma gitti. Neredeyse 700 yıl önce
söylenmiş ama hiç mi hiç eskimemiş. Tüm zamanlar için geçerli.
"Oğul insanlar vardır şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler.
Avun oğlum avun. Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın,
ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen sabah
rüzgarında savrulur gidersin...
Öfken ve nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve
iradene sahip olasın. Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük
değildir. Bütün fethedilmemiş gizemler, bilinmeyenler,
görülmeyenler ancak senin fazilet erdemlerinle gün ışığına
çıkacaktır. Ananı, atanı say, bereket büyüklerle beraberdir.
Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere
dönersin. Açık sözlü ol, her sözü üstüne alma. Gördün söyleme,
bildin bilme.
Sevildiğin yere sık gidip gelme, kalkar muhabbetin itibar olmaz.
Üç kişiye acı:
* Cahiller arasındaki alime,
* Zenginken fakir düşene,
* Hatırlı iken itibarını kaybedene.
Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
Haklı olduğunda mücadeleden korkma.
"Bilesin ki atın iyisine DORU,"
"Yiğidin iyisine DELİ derler."
II.ABDULHAMİD’İN HAYATI
II.ABDULHAMİD’İN HAYATI
Sultan İkinci Abdülhamid 21 Eylül 1842 tarihinde İstanbul'da doğdu. Babası Sultan Birinci Abdülmecid, annesi Tir-i Müjgan Kadın Efendi'dir. Annesi Çerkezdir. Sultan İkinci Abdülhamid çok küçük yaşta iken annesini kaybettiği için öksüz büyüdü ve onu üvey annesi Piristu Kadın yetiştirdi. Çocukluğunda çok zayıf bir bünyeye sahip olan Sultan İkinci Abdülhamid sık sık hasta olurdu. Babasının padişahlığı sırasında bu durumu yüzünden özel ilgi gördü. Çok hoşgörülü bir ortamda büyüdü. Kültür derslerinin yanında musiki dersleri aldı ve piyano çalmayı öğrendi.
Bekarlığı sırasında çok serbest bir hayat yaşayan Sultan İkinci Abdülhamid, evlendikten sonra tüm boş zamanını ailesiyle, çocuklarıyla geçirmeye başladı. Sultan İkinci Abdülhamid, yıkılmak üzere olan Osmanlı İmparatorluğunu 33 yıl ayakta tutmayı başarmış büyük bir padişahtır. Dindar bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid ibadetlerini aksatmazdı. Hayırsever ve cömert bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid, sıradan bir vatandaş gibi yaşardı. Yunan seferi sırasında, kendisine hazinede yeterli para bulunmadığı söylenince, atalarından kalma şahsi servetinden masrafları karşılamış, devletten beş kuruş almamıştı.
Boş vakitlerini marangozhanede geçirir, harika eşyalar yapar, bunları sattırır ve parasını fakire fukaraya dağıttırırdı. Son derece şefkatli bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid'in kendisini öldürmek isteyenleri bağışlaması, dünya siyaset tarihinde görülmemiş bir olaydır. Sultan İkinci Abdülhamid, kültüre önem vermiş ve eğitim konusunda hizmet verecek birçok mekan yaptırmıştır.
Üniversiteler, Güzel Sanatlar Akademisi, Ticaret ve Ziraat Okulları kuran Sultan İkinci Abdülhamid, ilk ve orta dereceli okullar, dilsiz ve kör okulları, kız meslek okulları da yaptırmıştır. Vilayetlere liseler, kazalara ortaokullar kurmakla beraber, ilkokulları köylere kadar ulaştırdı.
İstanbul'da Şişli Etfal Hastahanesi'ni ve Darülaceze'yi kendi şahsi parasıyla yaptırdı. Hamidiye adı verilen nefis içme suyunu borularla İstanbul'a getirtti. Karayollarını Anadolu içlerine kadar uzatan Sultan İkinci Abdülhamid, Bağdat'a ve Medine'ye kadar da demiryolları döşetmiştir. Büyük şehirlere atlı tramvay hatları döşetti.
Sultan İkinci Abdülhamid 21 Eylül 1842 tarihinde İstanbul'da doğdu. Babası Sultan Birinci Abdülmecid, annesi Tir-i Müjgan Kadın Efendi'dir. Annesi Çerkezdir. Sultan İkinci Abdülhamid çok küçük yaşta iken annesini kaybettiği için öksüz büyüdü ve onu üvey annesi Piristu Kadın yetiştirdi. Çocukluğunda çok zayıf bir bünyeye sahip olan Sultan İkinci Abdülhamid sık sık hasta olurdu. Babasının padişahlığı sırasında bu durumu yüzünden özel ilgi gördü. Çok hoşgörülü bir ortamda büyüdü. Kültür derslerinin yanında musiki dersleri aldı ve piyano çalmayı öğrendi.
Bekarlığı sırasında çok serbest bir hayat yaşayan Sultan İkinci Abdülhamid, evlendikten sonra tüm boş zamanını ailesiyle, çocuklarıyla geçirmeye başladı. Sultan İkinci Abdülhamid, yıkılmak üzere olan Osmanlı İmparatorluğunu 33 yıl ayakta tutmayı başarmış büyük bir padişahtır. Dindar bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid ibadetlerini aksatmazdı. Hayırsever ve cömert bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid, sıradan bir vatandaş gibi yaşardı. Yunan seferi sırasında, kendisine hazinede yeterli para bulunmadığı söylenince, atalarından kalma şahsi servetinden masrafları karşılamış, devletten beş kuruş almamıştı.
Boş vakitlerini marangozhanede geçirir, harika eşyalar yapar, bunları sattırır ve parasını fakire fukaraya dağıttırırdı. Son derece şefkatli bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid'in kendisini öldürmek isteyenleri bağışlaması, dünya siyaset tarihinde görülmemiş bir olaydır. Sultan İkinci Abdülhamid, kültüre önem vermiş ve eğitim konusunda hizmet verecek birçok mekan yaptırmıştır.
Üniversiteler, Güzel Sanatlar Akademisi, Ticaret ve Ziraat Okulları kuran Sultan İkinci Abdülhamid, ilk ve orta dereceli okullar, dilsiz ve kör okulları, kız meslek okulları da yaptırmıştır. Vilayetlere liseler, kazalara ortaokullar kurmakla beraber, ilkokulları köylere kadar ulaştırdı.
İstanbul'da Şişli Etfal Hastahanesi'ni ve Darülaceze'yi kendi şahsi parasıyla yaptırdı. Hamidiye adı verilen nefis içme suyunu borularla İstanbul'a getirtti. Karayollarını Anadolu içlerine kadar uzatan Sultan İkinci Abdülhamid, Bağdat'a ve Medine'ye kadar da demiryolları döşetmiştir. Büyük şehirlere atlı tramvay hatları döşetti.
İSTANBUL ŞEHRİNİN TARİHİ
İSTANBUL ŞEHRİNİN TARİHİ
Dünya tarihinin eski ve güzel bir şehri olan İstanbul’un bazı kaynaklarda ilk defa Hz. Süleyman (a.s) zamanında şeddad neslinden bir kral tarafından kurulduğu kaydedilir.
İsmi Yanko bin Madyan olan bu kral ismini kıyamete kadar unutturmayacak güzellikte bir şehir kurmak için Marmara sahillerini gezer ve iki denizi birbirinden ayıran İstanbul’a tesadüf eder. Burasını çok beğenir ve binlerce usta ve amele getirerek şehri ve kaleleri inşa ederler.
Bu güzel şehri inşa ettiği için Yanko’ya büyük bir gurur gelir. Yanko ve bütün adamları büyük bir zelzelede kilisede can verirler. Ondan sonra Yanko nun Bozantin ismindeki oğlu İstanbul’a gelir ve yıkılan şehri yeniden inşa eder.
Böylece İstanbul şehri, kurucunun ismi olan Bizans (veya bozantin ve bizantion ) diye anılır.
İSTANBULUN SURLARI
İmparator Konstantin’in yaptırdığı sağlam sur İstanbul’un beş tepesine yayılmıştır. Bu sur bugün un kapanından başlıyor Davutpaşa iskelesinde sona eriyordu. Surlar 40,000 paralı asker ve 5,000 yerli askerle korunuyordu.
Surların en mühim yerleri olan hendekler o kadar derin vegenişti ki aldıkları sularla doldukları zaman artık şehrin kara ile alakası kesilir. Bizans bir oda haline gelirdi. İstanbul 29 kuşatmasından 9 u arap 7 si Osmanlılar tarafından yapıldı. Diğer kuşatmalar ise şöyle; Romalılar, Bizans imparatorluğu, Bulgar, İslavlar, Latinler, İranlılar, Yunanlılar, Avarlar ve Ruslardı.
İSTANBULUN İSİMLERİ
Şehrin kuruluşundan bu güne kadar 112 tane isim verilmiştir. Her millet kendi kültürüne göre bu şehre isim vermiştir. Müslümanlardan önce verilen isimler:
-Bizantion, Bizans
-Konstantinopolis
-Neo Roma (yeni roma )
-İstinpolis
-Antonia
Müslümanların verdiği bazı isimler:
-İstanbul
-İslambol
-Elmahrusa
-Elmahmiye
-Dersaadet
-Der-i devlet
-Der-i aliye
-Desitane
-Desitane-i saadet
-Ümm-i dünya
-Darüs saltanat
-Darül İslam
-Konstantin-i faruk
-Belde-i Tayyibe
-Merkezi hilafet
İSTANBULUN 7 TEPESİ VE 7 KAPISI
İstanbul yedi tepe üzerine kurulduğu için yedi tepeli şehirde denir. Bu yedi tepe üzerinde yedi kapı vardır.
1- Üzerinde Topkapı sarayı, Ayasofya ve Sultan Ahmet’in olduğu tepe
2- Çembelitaş ve Nuruosmaniyenin olduğu yer
3- Süleymaniye ve Beyazıt camiinin olduğu yer
4- Sultan Ahmet camiinin olduğu yer
5- Fatih camiinin olduğu yer
6- Edirne kapının olduğu yer
7- Yedikulelerin olduğu yer
İstanbul’un surları kısmındaki tarihe geçen 7 kapısı
1. kapı Yedi Kule kapısı
2. kapı Silivri kapısı
3. kapı Mevlevi hane kapısı
4. kapı Topkapısı
5. kapı Edirne kapısı
6. kapı Ensar
7. kapı Eğrikapı
İstanbul’un fetih sebepleri:
1.Azgın bir taassup fırtınasıyla, fitne ve fesadının Osmanlıya karşı ayyuka çıkardığı Bizans‘ın riyakar siyaseti.
2.Cihat arzusu Hz.Rasül’ ün müjdesine nail olmaz arzusu.
3.Osmanlı şehzadelerinin Bizans tarafından isyana teşviki.
4.Anadolu ve Rumeli toprakları arasında Bizans‘ın Osmanlıyı yaralaması.Cihan Devleti olmasına engel olması .
5.Bizans’ın zulmünden bıkan Bizans halkının Osmanlı adaletini şiddetle istemesi ve Osmanlıya teslim olmamak için halk heyetleri gelmesi.
6.İstanbul’un muhasarası esnasında rahibelerin Türk kadınlarının kıyafetiyle dolaşması.
7.İstanbul’un askeri,coğrafi,iktisadi ve ekonomik stratejik durumu.
Fatihten önceki Osmanlı ordusunun maddi ve manevi kuvveti:
Bizans imparatorluğu dünyanın en iyi tanzim edilmiş şehri Konstantopolisi Avrupalıların desteği sayesinde yıllarca idare etti.
Osmanlı ordusunun Varna ,Kosava ,Niğbolu zaferleriyle düşmanlarını korkulu rüyası haline geldiği bir gerçektir.
Osmanlı nın icad ettiği toplarla ve elindeki barut ve silahlarla Bizansın manıcıklarla düşmana fırlattğı meşhur Rum ateşinin değeri kalmadı. Binaen aleyh,Osmanlı ve Bizans kuvvetleri eşitti. Ancak göz ardı edilen bir gerçek daha var ki o da fethin manevi ordusu...işte savaşı kazanan aslında bu manevi ordudur.
İşte Osmanlı ordularının manevi komutanları:
1-Molla Hüsrev Hz.
2-Akşemsettin Hz.
3-Molla Gürani Hz.
4-Hocazade Efendi Hz.
5-Cebe Ali Hz.
6-Ensar Dede Hz.
7-Molla Zeyrek
8-Molla Hayali
9-Şemsettin Fenari
10-Molla Mevlana camii
Bizans topraklarında metfun ashab-ı kiramın ruhaniyetlerinden istimdat..ve bunun gibi niceleri...
VE FETİH....
Tarih 5 nisan 1453 sabahı..güneş yeni ışıldarken uzaklardan Osmanlı ordusu mehterinin vurduğu kahramanlık marşları kulakları yırtıyor,insan ruhuna, karşısında durulmaz korkular veriyordu.
Bizans ta surların içindekiler:
“Türkler geliyooor”avazaneleriyle haykırıyorlardı. Osmanlı askerleri hat hat,ırmak ırmak akıyorlardı. Bu disiplinli rengarenk üniformalı ve sessizlik içinde yerlerini alan askerler,insanın içini ürpertiyordu.
6 Nisan..Hazreti Fatih imparatora teslim olmasını teklif etti. Fakat bu isteği reddedildi.
7 Nisan... gece yarısı Türk hücumu müthiş bir savlet ve uğultu halinde ve yine dünya tarihinde görülmemiş bir azimle hücuma başladı.
Türk yumruğu bir kere Bizans ın üzerine inmişti. 1153 yılık Doğu Roma imparatorluğu tarihin derinliklerine gömülmek için son anlarını yaşıyordu. Türkler canlarını hiçe sayarcasına hücum etmekteydiler. Atılan ok ve taşlar bir bulut halinde iki tarafa uçuyordu.
Rumlar mazgallarından Türkler üzerine dehşet saçan ateş,kaynar zeytinyağı döküyor,taşlar fırlatıyorlardı.
Fatih sultan Mehmet Han,gaza niyetiyle kılıcını kuşandı,atına bindi...saltanat bayrakları açıldı.onu etrafındaki kumandanlarıyla gören gaziler aşka, şevke gelerek büsbütün düşman üzerine atıldılar.
Osmanlı cengaverleri Fatihle beraber çıplak göğüslerini düşmana siper ediyorlardı. Çünkü artık toplar susmuştu. Şimdi taşla,ateşle ve demirle savaş başlamıştı. Çavuşlar,yaya başılar,subaşılar devamlı askeri teşvik ediyorlardı.
“Ha babam ha. Ha gazilerim ha.Koman kurtlarım.Koman koç yiğitlerim. Beyimizin ekmeğini bugünler için yedik.Bugünler için doğduk. Şehitlikte bizim gazilikte. Ha arslanlarım ha. ..ve o cesur asker birer birer şahadet şerbetini içiyordu fethi göremeden...
Akşemsettin Hazretleri...
Gaza meydanın orta yerinde seyrek sakalları gözyaşlarıyla ıslanmış,alnı fecrin ışığıyla parlayan,ellerini semaya açmış,bir zat dua ediyordu. Akşemsettin...şöyle haykırıyordu Allahın velisi:
Vur pençe-i alideki şemsir aşkına
Gülbanki masumanı tutan pir aşkına
Ey leşker-i müfettihu-l ebvab vur bugün
Feth-i mübini zamin o tebşir aşkına
Vur!..ruh-i fürfütuhr-imuhammedle yekzeban
Fecr-i hücum içindeki tekbir aşkına
Ulubatlı Hasan!!
Zağnos paşa kuvvetiğyle haliçe bakan surlara saldırıyorlardı. Fakat büyük kayıplara,uğraşalarına çetin çarpışmalarına rağmen umulan gerçekleşmiyordu.
İşte bu sırada bütün hücumun teksif edildiği bu noktada surların üzerinde ebedi ve muhteşem türk bayrağının dalgalandığı görüldü. Gazilerin gözlerinden yaşlar bşandı. Kan,ter,toprak içinde hırsla,hiddetle ve azimle tekrar surlara saldırdılar.
Bu kimdi acaba ? bu heybetli surların üzerinde duran arslan kimdi...?
O yiğit Ulubatlı Hasandı...Aslan yapılı,Dev yürekli Ulubatlı Hasan ...sol eliyle kalkanını başına siper ederek,sağ eliyle mukaddes bayrağı surun üzerine koymaya çalışıyordu. Taşlar ve oklar durmadan Ulubatlıya isabet ediyordu. Fakat onun aldırdığı yoktu. Sanki azap duymuyor gibiydi. Bayrağı dikti Ulubatlı. O sırada iri bir taş hasanı yere serdi. Doğrulmak istedi,ne çareki bedenine iri iri kayalar ve oklar yağdı. İşte orada surun dibinde şahadet şerbetini içti.
Ama onun açtığı yol kapanmamış,coşan gaziler aynı noktaya yetişerek bayrakları dikmişlerdi...
Evet Bizans İslam peygamberi tarafından Müslümanlara vadedilmişti ve onların eline Türkler vasıtasıyla geçecekti,geçmişti bile...
İSTANBULUN FETHİNİN TÜRK VE DÜNYA TARİHİ AÇISINDA ÖNEMLİ SONUÇLARI
o Osmanlının Asya Avrupadaki toprakları birleşti,toprak bütünlüğü sağlandı.
o Karadeniz Akdeniz su yolları Osmanlı devletinin eline geçti
o Doğu ve kuzey Avrupa’dan gelen bütün yollar Osmanlının eline geçti.
o Devlet yükselme devrine girdi. Osmanlı merkeziyetçi bir yapıya sahip oldu.
o Avrupalılar ticaret yollarının kapanmasıyla coğrafi keşiflere başladılar
o Surların yıkılmasıyla Avrupa da feodalite yıkıldı,yerine merkeziyetçi imparatorluklar kuruldu.
o Ortaçağ kapandı,yeniçağ açıldı
o Ortadoks kilisesinin koruma altına alınmasıyla,Hıristiyanların birleşmesi önlendi.
Dünya tarihinin eski ve güzel bir şehri olan İstanbul’un bazı kaynaklarda ilk defa Hz. Süleyman (a.s) zamanında şeddad neslinden bir kral tarafından kurulduğu kaydedilir.
İsmi Yanko bin Madyan olan bu kral ismini kıyamete kadar unutturmayacak güzellikte bir şehir kurmak için Marmara sahillerini gezer ve iki denizi birbirinden ayıran İstanbul’a tesadüf eder. Burasını çok beğenir ve binlerce usta ve amele getirerek şehri ve kaleleri inşa ederler.
Bu güzel şehri inşa ettiği için Yanko’ya büyük bir gurur gelir. Yanko ve bütün adamları büyük bir zelzelede kilisede can verirler. Ondan sonra Yanko nun Bozantin ismindeki oğlu İstanbul’a gelir ve yıkılan şehri yeniden inşa eder.
Böylece İstanbul şehri, kurucunun ismi olan Bizans (veya bozantin ve bizantion ) diye anılır.
İSTANBULUN SURLARI
İmparator Konstantin’in yaptırdığı sağlam sur İstanbul’un beş tepesine yayılmıştır. Bu sur bugün un kapanından başlıyor Davutpaşa iskelesinde sona eriyordu. Surlar 40,000 paralı asker ve 5,000 yerli askerle korunuyordu.
Surların en mühim yerleri olan hendekler o kadar derin vegenişti ki aldıkları sularla doldukları zaman artık şehrin kara ile alakası kesilir. Bizans bir oda haline gelirdi. İstanbul 29 kuşatmasından 9 u arap 7 si Osmanlılar tarafından yapıldı. Diğer kuşatmalar ise şöyle; Romalılar, Bizans imparatorluğu, Bulgar, İslavlar, Latinler, İranlılar, Yunanlılar, Avarlar ve Ruslardı.
İSTANBULUN İSİMLERİ
Şehrin kuruluşundan bu güne kadar 112 tane isim verilmiştir. Her millet kendi kültürüne göre bu şehre isim vermiştir. Müslümanlardan önce verilen isimler:
-Bizantion, Bizans
-Konstantinopolis
-Neo Roma (yeni roma )
-İstinpolis
-Antonia
Müslümanların verdiği bazı isimler:
-İstanbul
-İslambol
-Elmahrusa
-Elmahmiye
-Dersaadet
-Der-i devlet
-Der-i aliye
-Desitane
-Desitane-i saadet
-Ümm-i dünya
-Darüs saltanat
-Darül İslam
-Konstantin-i faruk
-Belde-i Tayyibe
-Merkezi hilafet
İSTANBULUN 7 TEPESİ VE 7 KAPISI
İstanbul yedi tepe üzerine kurulduğu için yedi tepeli şehirde denir. Bu yedi tepe üzerinde yedi kapı vardır.
1- Üzerinde Topkapı sarayı, Ayasofya ve Sultan Ahmet’in olduğu tepe
2- Çembelitaş ve Nuruosmaniyenin olduğu yer
3- Süleymaniye ve Beyazıt camiinin olduğu yer
4- Sultan Ahmet camiinin olduğu yer
5- Fatih camiinin olduğu yer
6- Edirne kapının olduğu yer
7- Yedikulelerin olduğu yer
İstanbul’un surları kısmındaki tarihe geçen 7 kapısı
1. kapı Yedi Kule kapısı
2. kapı Silivri kapısı
3. kapı Mevlevi hane kapısı
4. kapı Topkapısı
5. kapı Edirne kapısı
6. kapı Ensar
7. kapı Eğrikapı
İstanbul’un fetih sebepleri:
1.Azgın bir taassup fırtınasıyla, fitne ve fesadının Osmanlıya karşı ayyuka çıkardığı Bizans‘ın riyakar siyaseti.
2.Cihat arzusu Hz.Rasül’ ün müjdesine nail olmaz arzusu.
3.Osmanlı şehzadelerinin Bizans tarafından isyana teşviki.
4.Anadolu ve Rumeli toprakları arasında Bizans‘ın Osmanlıyı yaralaması.Cihan Devleti olmasına engel olması .
5.Bizans’ın zulmünden bıkan Bizans halkının Osmanlı adaletini şiddetle istemesi ve Osmanlıya teslim olmamak için halk heyetleri gelmesi.
6.İstanbul’un muhasarası esnasında rahibelerin Türk kadınlarının kıyafetiyle dolaşması.
7.İstanbul’un askeri,coğrafi,iktisadi ve ekonomik stratejik durumu.
Fatihten önceki Osmanlı ordusunun maddi ve manevi kuvveti:
Bizans imparatorluğu dünyanın en iyi tanzim edilmiş şehri Konstantopolisi Avrupalıların desteği sayesinde yıllarca idare etti.
Osmanlı ordusunun Varna ,Kosava ,Niğbolu zaferleriyle düşmanlarını korkulu rüyası haline geldiği bir gerçektir.
Osmanlı nın icad ettiği toplarla ve elindeki barut ve silahlarla Bizansın manıcıklarla düşmana fırlattğı meşhur Rum ateşinin değeri kalmadı. Binaen aleyh,Osmanlı ve Bizans kuvvetleri eşitti. Ancak göz ardı edilen bir gerçek daha var ki o da fethin manevi ordusu...işte savaşı kazanan aslında bu manevi ordudur.
İşte Osmanlı ordularının manevi komutanları:
1-Molla Hüsrev Hz.
2-Akşemsettin Hz.
3-Molla Gürani Hz.
4-Hocazade Efendi Hz.
5-Cebe Ali Hz.
6-Ensar Dede Hz.
7-Molla Zeyrek
8-Molla Hayali
9-Şemsettin Fenari
10-Molla Mevlana camii
Bizans topraklarında metfun ashab-ı kiramın ruhaniyetlerinden istimdat..ve bunun gibi niceleri...
VE FETİH....
Tarih 5 nisan 1453 sabahı..güneş yeni ışıldarken uzaklardan Osmanlı ordusu mehterinin vurduğu kahramanlık marşları kulakları yırtıyor,insan ruhuna, karşısında durulmaz korkular veriyordu.
Bizans ta surların içindekiler:
“Türkler geliyooor”avazaneleriyle haykırıyorlardı. Osmanlı askerleri hat hat,ırmak ırmak akıyorlardı. Bu disiplinli rengarenk üniformalı ve sessizlik içinde yerlerini alan askerler,insanın içini ürpertiyordu.
6 Nisan..Hazreti Fatih imparatora teslim olmasını teklif etti. Fakat bu isteği reddedildi.
7 Nisan... gece yarısı Türk hücumu müthiş bir savlet ve uğultu halinde ve yine dünya tarihinde görülmemiş bir azimle hücuma başladı.
Türk yumruğu bir kere Bizans ın üzerine inmişti. 1153 yılık Doğu Roma imparatorluğu tarihin derinliklerine gömülmek için son anlarını yaşıyordu. Türkler canlarını hiçe sayarcasına hücum etmekteydiler. Atılan ok ve taşlar bir bulut halinde iki tarafa uçuyordu.
Rumlar mazgallarından Türkler üzerine dehşet saçan ateş,kaynar zeytinyağı döküyor,taşlar fırlatıyorlardı.
Fatih sultan Mehmet Han,gaza niyetiyle kılıcını kuşandı,atına bindi...saltanat bayrakları açıldı.onu etrafındaki kumandanlarıyla gören gaziler aşka, şevke gelerek büsbütün düşman üzerine atıldılar.
Osmanlı cengaverleri Fatihle beraber çıplak göğüslerini düşmana siper ediyorlardı. Çünkü artık toplar susmuştu. Şimdi taşla,ateşle ve demirle savaş başlamıştı. Çavuşlar,yaya başılar,subaşılar devamlı askeri teşvik ediyorlardı.
“Ha babam ha. Ha gazilerim ha.Koman kurtlarım.Koman koç yiğitlerim. Beyimizin ekmeğini bugünler için yedik.Bugünler için doğduk. Şehitlikte bizim gazilikte. Ha arslanlarım ha. ..ve o cesur asker birer birer şahadet şerbetini içiyordu fethi göremeden...
Akşemsettin Hazretleri...
Gaza meydanın orta yerinde seyrek sakalları gözyaşlarıyla ıslanmış,alnı fecrin ışığıyla parlayan,ellerini semaya açmış,bir zat dua ediyordu. Akşemsettin...şöyle haykırıyordu Allahın velisi:
Vur pençe-i alideki şemsir aşkına
Gülbanki masumanı tutan pir aşkına
Ey leşker-i müfettihu-l ebvab vur bugün
Feth-i mübini zamin o tebşir aşkına
Vur!..ruh-i fürfütuhr-imuhammedle yekzeban
Fecr-i hücum içindeki tekbir aşkına
Ulubatlı Hasan!!
Zağnos paşa kuvvetiğyle haliçe bakan surlara saldırıyorlardı. Fakat büyük kayıplara,uğraşalarına çetin çarpışmalarına rağmen umulan gerçekleşmiyordu.
İşte bu sırada bütün hücumun teksif edildiği bu noktada surların üzerinde ebedi ve muhteşem türk bayrağının dalgalandığı görüldü. Gazilerin gözlerinden yaşlar bşandı. Kan,ter,toprak içinde hırsla,hiddetle ve azimle tekrar surlara saldırdılar.
Bu kimdi acaba ? bu heybetli surların üzerinde duran arslan kimdi...?
O yiğit Ulubatlı Hasandı...Aslan yapılı,Dev yürekli Ulubatlı Hasan ...sol eliyle kalkanını başına siper ederek,sağ eliyle mukaddes bayrağı surun üzerine koymaya çalışıyordu. Taşlar ve oklar durmadan Ulubatlıya isabet ediyordu. Fakat onun aldırdığı yoktu. Sanki azap duymuyor gibiydi. Bayrağı dikti Ulubatlı. O sırada iri bir taş hasanı yere serdi. Doğrulmak istedi,ne çareki bedenine iri iri kayalar ve oklar yağdı. İşte orada surun dibinde şahadet şerbetini içti.
Ama onun açtığı yol kapanmamış,coşan gaziler aynı noktaya yetişerek bayrakları dikmişlerdi...
Evet Bizans İslam peygamberi tarafından Müslümanlara vadedilmişti ve onların eline Türkler vasıtasıyla geçecekti,geçmişti bile...
İSTANBULUN FETHİNİN TÜRK VE DÜNYA TARİHİ AÇISINDA ÖNEMLİ SONUÇLARI
o Osmanlının Asya Avrupadaki toprakları birleşti,toprak bütünlüğü sağlandı.
o Karadeniz Akdeniz su yolları Osmanlı devletinin eline geçti
o Doğu ve kuzey Avrupa’dan gelen bütün yollar Osmanlının eline geçti.
o Devlet yükselme devrine girdi. Osmanlı merkeziyetçi bir yapıya sahip oldu.
o Avrupalılar ticaret yollarının kapanmasıyla coğrafi keşiflere başladılar
o Surların yıkılmasıyla Avrupa da feodalite yıkıldı,yerine merkeziyetçi imparatorluklar kuruldu.
o Ortaçağ kapandı,yeniçağ açıldı
o Ortadoks kilisesinin koruma altına alınmasıyla,Hıristiyanların birleşmesi önlendi.
FATİH SULTAN MEHMET HAN
(Sultan bin Murad El-Muzaffer Daima)
DOĞUM TARİHİ: 1429
DOĞUM YERİ: Edirne
BABASI Sultan İkinci Murat Han
ANNESİ Hüma Hatun
TAHTA İLK ÇIKIŞI: 1444
TAHTA SON ÇIKIŞI: 1451
SALTANAT MÜDDETİ: 1451-1481(30 yıl)SALTANAT SALTANAT SIRASI: 7. Osmanlı Sultanı
VEFATI: 1481
VEFAT YERİ: Gebze
KABRİ: Fatih Camii Yanı
FATİH SULTAN MEHMET HAN’IN DOĞUMU
Sultan Mehmet ikinci Mehmet Han, Osmanlı padişahların yedincisi ve altıncı Osmanlı padişahı sultan ikinci murat hanın oğludur. Hüma hatundan 1429 senesinde Edirne’de eski sarayda dünyaya teşrif etti.
Doğum yeri hususunda bazı rivayetler vardır ancak ittifakla Edirne olduğu kabul edilir.
Fatih sultan Mehmet Han doğduğu gün yeryüzünde harikulade haller meydana gelmişti. Doğduğu gün,gün ortasında yıldızlar geceki gibi göründü. Büyük bir kuyruklu yıldız doğdu ve İstanbul’un bir ucundan diğer bir ucuna kadar uzanmış gibi seyredildi. O sene doğan çocukların çoğu erkekti. Hayvanlar ikiz yavruladılar. Atların yavruları erkek,ahır hayvanlarının yavruları da dişi oldu. Tarlalardaki hububat taneleri çok iri,bağ bahçeler meyve bolluğuna gark oldu.
Fatih sultan Mehmet Han Osmanlı padişahları içinde peygamber efendimizin müjdesine nail olmuş bir padişah ve müstesna bir kumandandır.
TAHSİL HAYATI..
Küçük yaşta tahsiline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen şehzade Mehmed,devrin en mümtaz ulemasından ilim tahsil etti. İlk hocası, Molla Yegân dır. Daha sonra,meşhur din ve fen alimi,zahiri ve batini ilimlerde mütehassıs, Akşemsettin hazretlerinin terbiyesine verildi.
İlim tahsilinden arta kalan zamanlarında bir taraftan dinlenirken diğer taraftan da teknik işlerle uğraşmaya başladı.
Güzel bir terbiye ve tahsilden geçip matematik, geometri, hadis, tefsir, fıkıh, kelam ve tarih ilimlerinde ihtisas sahibi oldu.
İdare edeceği memleketlerin mes’eleleriyle yakında alakadar olmak,geçmişi iyi tanımak ve huzuruna kim gelirse gelsin,ana diliyle hitap etmek için Arapça,Farsça,Latince,Yunanca ve Sırpça öğrendi.
Tarih ve Coğrafya bilimlerinde kendini yetiştirip geçmiş hükümdarların başlarından geçenleri öğrenerek tecrübe kazandı.
Kudretli bir asker olduğu kadar, geniş görüşlü bir fikir adamı olarak yetişen Hazret-i Fatih şehzadeliği ve padişahlığı sırasında fıkıhta Molla Hüsrev,tefsirde Molla Gürâni,matematikte Ali Kuşçu,kelamda Hocazade ve Ali Tûsî den ilim tahsil etti.
SULTAN İKİNCİ MURAT HANIN SALTANATTAN FERAĞAT ETMESİ VE SULTAN MEHMETİN İLK SALTANATI
Sultan İkinci Murat Han, hiçbir zahiri sebep yokken padişahlıktan feragat etti ve yerine küçük yaştaki oğlu şehzade Mehmet’i getirip;
_Yaşadığımız sürece evladımızın padişahlığını görelim. Bir müddet dahi hükümetten el çekip, inziva köşesine varıp, mihnet ve yorgunluktan uzaklaşıp, maneviyatla meşgul olmak hatırımızdan geçer.
Ehl-i tecridin külahı tac-ı istiğnasıdır
Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır
Sultan İkinci Murat Han, Manisa’da sükûnet içinde yaşamaya başladı. Oğlu Şehzade Mehmet’in yanına kumandan ve devlet adamlarından Turhan Beyi ve Sadrazam Çandarlı Halil paşayı,kadı askerlikte ise Molla Hüsrev’i bıraktı.
Genç padişah devlet işleriyle alakadar olmaya ve emirler vermeye başlamıştı. Etrafta olup biteni anlamaya başlıyordu.
Sultan Murat Hanın tahtı çocuk yaştaki oğluna bırakması ile Bizans imparatoru ile Venedik senatosu Osmanlıları Rumeliden çıkartmanın zamanının geldiğine karar verdiler. Macar kralı Ladislas’a yeminini bozdurdular. Yeminin bozulmasında papanın adamı Kardinal Julien Cesari:
__Müslümanlara verilen yeminlerin hiçbir kıymeti yoktur, şeklindeki sözleri müessir oldu. Sonunda buna inanan ladislas en kısa zamanda Macar,leh,Ulah,İtalya,Çek,livan,Hırvat,Fransız,Alman,Venedk kuvvetlerinden bir haçlı ordusu hazırladı. Başlarına Hünyadi Yanoş‘u tayin etti.
Haçlı ordusunun harekatına karşı çocuk yaştaki zeki ve uyanık padişah, vakit kaybetmeden harp meclisini topladı ve devlet erkanının fikirlerini aldı. Neticede Sultan Murat Hanın devletin ve ordunun başına getirilmesine karar verildi. Fakat, sultan Murat Han:
__Biz oğlumuz Mehmed’e padişahlığı vermekten maksadımız, dinlenmemiz içindi. Padişahlık kendisine lazımsa din ve devleti korusun,şeklinde cevap gönderdi. Oğlu Fatih, Sultan Murada tarihe kayıt düşüren şu muazzam cevabı verdi:
__Eğer padişah iseniz,din ve devletin hizmete muhtaç olduğu böyle bir zamanda feragat etmeniz, padişahlık vazifesine aykırıdır. Eğer padişah ben isem, işte size emrediyorum, silah başına geliniz. İtaat lüzumunu size ihtar ediyorum, diyerek geleceğin büyük sultan olma yolundaki ilk kat’i vazifesini ifa etti.
Edirne ye gelen Sultan Murat Han, oğlunu tahttan indirmedi. Başkumandan sıfatıyla hareket etti. Haçlı ordusu ile 10 kasım 1444 te Varna ovasında karşılaştı. Muharebe Osmanlı ordusunun tam bir zaferiyle neticelendi.
Sultan Murat han zaferden sonra Edirne ye dönüp bir sene kadar oğluyla birlikte kaldı. 1445 te oğlunu Edirne de bırakıp kendisi Manisa ya gitti. Ancak Zağanos paşa ile Çandarlı Halil paşa arasında cereyan eden bazı hadiseler nedeniyle,Sultan Murat Han Edirne ye gelerek tekrar devletin idaresini eline aldı. Sultan Mehmet han Manisa ya gönderildi. Şehzade Mehmet babasının ölümüne kadar,Manisa valisi olarak kaldı.
SALTANATI MÜDDETİNCE CEREYAN EDEN HADİSELER
• 1453 te İstanbul fethedildi
• Anadolu da Türk siyasal birliği sağlandı
• Cenevizlilerden Amasra alındı
• Trabzon Rum imparatorluğuna son verildi
• Candaroğullarından Sinop karamanoğullarından Konya alındı
• Akkoyunlularla yapılan otlukbeli savaşı sonucunda doğu Anadolu da hakimiyet sağlandı
• 1478 de kırım Osmanlıya bağlandı
• Karadeniz Türk gölü haline geldi
• ipek yolu tamamen Osmanlının eline geçti
VEFATI...
FATİH SULTAN MEHMET HAN,1481 DE ORDUSUNU HAZIRLAMIŞ, SEFERE HAZIR HALE GETİRMİŞTİ.
EN YAKINLARINDAN BİLE GİZLİ TUTTUĞU BU SEFERİ BÜYÜK İHTİMALLE İTALYA YA YAPACAKTI.
ANCAK,1481‘İN 3 MAYIS GÜNÜ,MENFEATİ İCABI MÜSLÜMAN OLAN, ÖZEL DOKTORU, YAHUDİ, YAKUP PAŞA TARAFINDAN VERİLEN ZEHİRLİ ŞERBETİ İÇTİKTEN SONRA VEFAT ETTİ.
ÖLMEDEN ÖNCEKİ SON SÖZLERİ:
“Tabipler neden bana kıydılar,neden ciğerimi canımı kana boyadılar.” OLDU. BU SÖZLERİ DUYANLARIN SANKİ YÜREKLERİ PARÇALANDI...
ÇAĞ AÇIP ÇAĞ KAPATAN HAZRET-İ FATİH ARTIK YAŞAMIYORDU. FAKAT ONUN SEVGİSİ KALPLERDEN HİÇ ÇIKMAYACAKTI....
DOĞUM TARİHİ: 1429
DOĞUM YERİ: Edirne
BABASI Sultan İkinci Murat Han
ANNESİ Hüma Hatun
TAHTA İLK ÇIKIŞI: 1444
TAHTA SON ÇIKIŞI: 1451
SALTANAT MÜDDETİ: 1451-1481(30 yıl)SALTANAT SALTANAT SIRASI: 7. Osmanlı Sultanı
VEFATI: 1481
VEFAT YERİ: Gebze
KABRİ: Fatih Camii Yanı
FATİH SULTAN MEHMET HAN’IN DOĞUMU
Sultan Mehmet ikinci Mehmet Han, Osmanlı padişahların yedincisi ve altıncı Osmanlı padişahı sultan ikinci murat hanın oğludur. Hüma hatundan 1429 senesinde Edirne’de eski sarayda dünyaya teşrif etti.
Doğum yeri hususunda bazı rivayetler vardır ancak ittifakla Edirne olduğu kabul edilir.
Fatih sultan Mehmet Han doğduğu gün yeryüzünde harikulade haller meydana gelmişti. Doğduğu gün,gün ortasında yıldızlar geceki gibi göründü. Büyük bir kuyruklu yıldız doğdu ve İstanbul’un bir ucundan diğer bir ucuna kadar uzanmış gibi seyredildi. O sene doğan çocukların çoğu erkekti. Hayvanlar ikiz yavruladılar. Atların yavruları erkek,ahır hayvanlarının yavruları da dişi oldu. Tarlalardaki hububat taneleri çok iri,bağ bahçeler meyve bolluğuna gark oldu.
Fatih sultan Mehmet Han Osmanlı padişahları içinde peygamber efendimizin müjdesine nail olmuş bir padişah ve müstesna bir kumandandır.
TAHSİL HAYATI..
Küçük yaşta tahsiline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen şehzade Mehmed,devrin en mümtaz ulemasından ilim tahsil etti. İlk hocası, Molla Yegân dır. Daha sonra,meşhur din ve fen alimi,zahiri ve batini ilimlerde mütehassıs, Akşemsettin hazretlerinin terbiyesine verildi.
İlim tahsilinden arta kalan zamanlarında bir taraftan dinlenirken diğer taraftan da teknik işlerle uğraşmaya başladı.
Güzel bir terbiye ve tahsilden geçip matematik, geometri, hadis, tefsir, fıkıh, kelam ve tarih ilimlerinde ihtisas sahibi oldu.
İdare edeceği memleketlerin mes’eleleriyle yakında alakadar olmak,geçmişi iyi tanımak ve huzuruna kim gelirse gelsin,ana diliyle hitap etmek için Arapça,Farsça,Latince,Yunanca ve Sırpça öğrendi.
Tarih ve Coğrafya bilimlerinde kendini yetiştirip geçmiş hükümdarların başlarından geçenleri öğrenerek tecrübe kazandı.
Kudretli bir asker olduğu kadar, geniş görüşlü bir fikir adamı olarak yetişen Hazret-i Fatih şehzadeliği ve padişahlığı sırasında fıkıhta Molla Hüsrev,tefsirde Molla Gürâni,matematikte Ali Kuşçu,kelamda Hocazade ve Ali Tûsî den ilim tahsil etti.
SULTAN İKİNCİ MURAT HANIN SALTANATTAN FERAĞAT ETMESİ VE SULTAN MEHMETİN İLK SALTANATI
Sultan İkinci Murat Han, hiçbir zahiri sebep yokken padişahlıktan feragat etti ve yerine küçük yaştaki oğlu şehzade Mehmet’i getirip;
_Yaşadığımız sürece evladımızın padişahlığını görelim. Bir müddet dahi hükümetten el çekip, inziva köşesine varıp, mihnet ve yorgunluktan uzaklaşıp, maneviyatla meşgul olmak hatırımızdan geçer.
Ehl-i tecridin külahı tac-ı istiğnasıdır
Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır
Sultan İkinci Murat Han, Manisa’da sükûnet içinde yaşamaya başladı. Oğlu Şehzade Mehmet’in yanına kumandan ve devlet adamlarından Turhan Beyi ve Sadrazam Çandarlı Halil paşayı,kadı askerlikte ise Molla Hüsrev’i bıraktı.
Genç padişah devlet işleriyle alakadar olmaya ve emirler vermeye başlamıştı. Etrafta olup biteni anlamaya başlıyordu.
Sultan Murat Hanın tahtı çocuk yaştaki oğluna bırakması ile Bizans imparatoru ile Venedik senatosu Osmanlıları Rumeliden çıkartmanın zamanının geldiğine karar verdiler. Macar kralı Ladislas’a yeminini bozdurdular. Yeminin bozulmasında papanın adamı Kardinal Julien Cesari:
__Müslümanlara verilen yeminlerin hiçbir kıymeti yoktur, şeklindeki sözleri müessir oldu. Sonunda buna inanan ladislas en kısa zamanda Macar,leh,Ulah,İtalya,Çek,livan,Hırvat,Fransız,Alman,Venedk kuvvetlerinden bir haçlı ordusu hazırladı. Başlarına Hünyadi Yanoş‘u tayin etti.
Haçlı ordusunun harekatına karşı çocuk yaştaki zeki ve uyanık padişah, vakit kaybetmeden harp meclisini topladı ve devlet erkanının fikirlerini aldı. Neticede Sultan Murat Hanın devletin ve ordunun başına getirilmesine karar verildi. Fakat, sultan Murat Han:
__Biz oğlumuz Mehmed’e padişahlığı vermekten maksadımız, dinlenmemiz içindi. Padişahlık kendisine lazımsa din ve devleti korusun,şeklinde cevap gönderdi. Oğlu Fatih, Sultan Murada tarihe kayıt düşüren şu muazzam cevabı verdi:
__Eğer padişah iseniz,din ve devletin hizmete muhtaç olduğu böyle bir zamanda feragat etmeniz, padişahlık vazifesine aykırıdır. Eğer padişah ben isem, işte size emrediyorum, silah başına geliniz. İtaat lüzumunu size ihtar ediyorum, diyerek geleceğin büyük sultan olma yolundaki ilk kat’i vazifesini ifa etti.
Edirne ye gelen Sultan Murat Han, oğlunu tahttan indirmedi. Başkumandan sıfatıyla hareket etti. Haçlı ordusu ile 10 kasım 1444 te Varna ovasında karşılaştı. Muharebe Osmanlı ordusunun tam bir zaferiyle neticelendi.
Sultan Murat han zaferden sonra Edirne ye dönüp bir sene kadar oğluyla birlikte kaldı. 1445 te oğlunu Edirne de bırakıp kendisi Manisa ya gitti. Ancak Zağanos paşa ile Çandarlı Halil paşa arasında cereyan eden bazı hadiseler nedeniyle,Sultan Murat Han Edirne ye gelerek tekrar devletin idaresini eline aldı. Sultan Mehmet han Manisa ya gönderildi. Şehzade Mehmet babasının ölümüne kadar,Manisa valisi olarak kaldı.
SALTANATI MÜDDETİNCE CEREYAN EDEN HADİSELER
• 1453 te İstanbul fethedildi
• Anadolu da Türk siyasal birliği sağlandı
• Cenevizlilerden Amasra alındı
• Trabzon Rum imparatorluğuna son verildi
• Candaroğullarından Sinop karamanoğullarından Konya alındı
• Akkoyunlularla yapılan otlukbeli savaşı sonucunda doğu Anadolu da hakimiyet sağlandı
• 1478 de kırım Osmanlıya bağlandı
• Karadeniz Türk gölü haline geldi
• ipek yolu tamamen Osmanlının eline geçti
VEFATI...
FATİH SULTAN MEHMET HAN,1481 DE ORDUSUNU HAZIRLAMIŞ, SEFERE HAZIR HALE GETİRMİŞTİ.
EN YAKINLARINDAN BİLE GİZLİ TUTTUĞU BU SEFERİ BÜYÜK İHTİMALLE İTALYA YA YAPACAKTI.
ANCAK,1481‘İN 3 MAYIS GÜNÜ,MENFEATİ İCABI MÜSLÜMAN OLAN, ÖZEL DOKTORU, YAHUDİ, YAKUP PAŞA TARAFINDAN VERİLEN ZEHİRLİ ŞERBETİ İÇTİKTEN SONRA VEFAT ETTİ.
ÖLMEDEN ÖNCEKİ SON SÖZLERİ:
“Tabipler neden bana kıydılar,neden ciğerimi canımı kana boyadılar.” OLDU. BU SÖZLERİ DUYANLARIN SANKİ YÜREKLERİ PARÇALANDI...
ÇAĞ AÇIP ÇAĞ KAPATAN HAZRET-İ FATİH ARTIK YAŞAMIYORDU. FAKAT ONUN SEVGİSİ KALPLERDEN HİÇ ÇIKMAYACAKTI....
FATİH SULTAN MEHMET HAN
(Sultan bin Murad El-Muzaffer Daima)
DOĞUM TARİHİ: 1429
DOĞUM YERİ: Edirne
BABASI Sultan İkinci Murat Han
ANNESİ Hüma Hatun
TAHTA İLK ÇIKIŞI: 1444
TAHTA SON ÇIKIŞI: 1451
SALTANAT MÜDDETİ: 1451-1481(30 yıl)SALTANAT SALTANAT SIRASI: 7. Osmanlı Sultanı
VEFATI: 1481
VEFAT YERİ: Gebze
KABRİ: Fatih Camii Yanı
FATİH SULTAN MEHMET HAN’IN DOĞUMU
Sultan Mehmet ikinci Mehmet Han, Osmanlı padişahların yedincisi ve altıncı Osmanlı padişahı sultan ikinci murat hanın oğludur. Hüma hatundan 1429 senesinde Edirne’de eski sarayda dünyaya teşrif etti.
Doğum yeri hususunda bazı rivayetler vardır ancak ittifakla Edirne olduğu kabul edilir.
Fatih sultan Mehmet Han doğduğu gün yeryüzünde harikulade haller meydana gelmişti. Doğduğu gün,gün ortasında yıldızlar geceki gibi göründü. Büyük bir kuyruklu yıldız doğdu ve İstanbul’un bir ucundan diğer bir ucuna kadar uzanmış gibi seyredildi. O sene doğan çocukların çoğu erkekti. Hayvanlar ikiz yavruladılar. Atların yavruları erkek,ahır hayvanlarının yavruları da dişi oldu. Tarlalardaki hububat taneleri çok iri,bağ bahçeler meyve bolluğuna gark oldu.
Fatih sultan Mehmet Han Osmanlı padişahları içinde peygamber efendimizin müjdesine nail olmuş bir padişah ve müstesna bir kumandandır.
TAHSİL HAYATI..
Küçük yaşta tahsiline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen şehzade Mehmed,devrin en mümtaz ulemasından ilim tahsil etti. İlk hocası, Molla Yegân dır. Daha sonra,meşhur din ve fen alimi,zahiri ve batini ilimlerde mütehassıs, Akşemsettin hazretlerinin terbiyesine verildi.
İlim tahsilinden arta kalan zamanlarında bir taraftan dinlenirken diğer taraftan da teknik işlerle uğraşmaya başladı.
Güzel bir terbiye ve tahsilden geçip matematik, geometri, hadis, tefsir, fıkıh, kelam ve tarih ilimlerinde ihtisas sahibi oldu.
İdare edeceği memleketlerin mes’eleleriyle yakında alakadar olmak,geçmişi iyi tanımak ve huzuruna kim gelirse gelsin,ana diliyle hitap etmek için Arapça,Farsça,Latince,Yunanca ve Sırpça öğrendi.
Tarih ve Coğrafya bilimlerinde kendini yetiştirip geçmiş hükümdarların başlarından geçenleri öğrenerek tecrübe kazandı.
Kudretli bir asker olduğu kadar, geniş görüşlü bir fikir adamı olarak yetişen Hazret-i Fatih şehzadeliği ve padişahlığı sırasında fıkıhta Molla Hüsrev,tefsirde Molla Gürâni,matematikte Ali Kuşçu,kelamda Hocazade ve Ali Tûsî den ilim tahsil etti.
SULTAN İKİNCİ MURAT HANIN SALTANATTAN FERAĞAT ETMESİ VE SULTAN MEHMETİN İLK SALTANATI
Sultan İkinci Murat Han, hiçbir zahiri sebep yokken padişahlıktan feragat etti ve yerine küçük yaştaki oğlu şehzade Mehmet’i getirip;
_Yaşadığımız sürece evladımızın padişahlığını görelim. Bir müddet dahi hükümetten el çekip, inziva köşesine varıp, mihnet ve yorgunluktan uzaklaşıp, maneviyatla meşgul olmak hatırımızdan geçer.
Ehl-i tecridin külahı tac-ı istiğnasıdır
Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır
Sultan İkinci Murat Han, Manisa’da sükûnet içinde yaşamaya başladı. Oğlu Şehzade Mehmet’in yanına kumandan ve devlet adamlarından Turhan Beyi ve Sadrazam Çandarlı Halil paşayı,kadı askerlikte ise Molla Hüsrev’i bıraktı.
Genç padişah devlet işleriyle alakadar olmaya ve emirler vermeye başlamıştı. Etrafta olup biteni anlamaya başlıyordu.
Sultan Murat Hanın tahtı çocuk yaştaki oğluna bırakması ile Bizans imparatoru ile Venedik senatosu Osmanlıları Rumeliden çıkartmanın zamanının geldiğine karar verdiler. Macar kralı Ladislas’a yeminini bozdurdular. Yeminin bozulmasında papanın adamı Kardinal Julien Cesari:
__Müslümanlara verilen yeminlerin hiçbir kıymeti yoktur, şeklindeki sözleri müessir oldu. Sonunda buna inanan ladislas en kısa zamanda Macar,leh,Ulah,İtalya,Çek,livan,Hırvat,Fransız,Alman,Venedk kuvvetlerinden bir haçlı ordusu hazırladı. Başlarına Hünyadi Yanoş‘u tayin etti.
Haçlı ordusunun harekatına karşı çocuk yaştaki zeki ve uyanık padişah, vakit kaybetmeden harp meclisini topladı ve devlet erkanının fikirlerini aldı. Neticede Sultan Murat Hanın devletin ve ordunun başına getirilmesine karar verildi. Fakat, sultan Murat Han:
__Biz oğlumuz Mehmed’e padişahlığı vermekten maksadımız, dinlenmemiz içindi. Padişahlık kendisine lazımsa din ve devleti korusun,şeklinde cevap gönderdi. Oğlu Fatih, Sultan Murada tarihe kayıt düşüren şu muazzam cevabı verdi:
__Eğer padişah iseniz,din ve devletin hizmete muhtaç olduğu böyle bir zamanda feragat etmeniz, padişahlık vazifesine aykırıdır. Eğer padişah ben isem, işte size emrediyorum, silah başına geliniz. İtaat lüzumunu size ihtar ediyorum, diyerek geleceğin büyük sultan olma yolundaki ilk kat’i vazifesini ifa etti.
Edirne ye gelen Sultan Murat Han, oğlunu tahttan indirmedi. Başkumandan sıfatıyla hareket etti. Haçlı ordusu ile 10 kasım 1444 te Varna ovasında karşılaştı. Muharebe Osmanlı ordusunun tam bir zaferiyle neticelendi.
Sultan Murat han zaferden sonra Edirne ye dönüp bir sene kadar oğluyla birlikte kaldı. 1445 te oğlunu Edirne de bırakıp kendisi Manisa ya gitti. Ancak Zağanos paşa ile Çandarlı Halil paşa arasında cereyan eden bazı hadiseler nedeniyle,Sultan Murat Han Edirne ye gelerek tekrar devletin idaresini eline aldı. Sultan Mehmet han Manisa ya gönderildi. Şehzade Mehmet babasının ölümüne kadar,Manisa valisi olarak kaldı.
SALTANATI MÜDDETİNCE CEREYAN EDEN HADİSELER
• 1453 te İstanbul fethedildi
• Anadolu da Türk siyasal birliği sağlandı
• Cenevizlilerden Amasra alındı
• Trabzon Rum imparatorluğuna son verildi
• Candaroğullarından Sinop karamanoğullarından Konya alındı
• Akkoyunlularla yapılan otlukbeli savaşı sonucunda doğu Anadolu da hakimiyet sağlandı
• 1478 de kırım Osmanlıya bağlandı
• Karadeniz Türk gölü haline geldi
• ipek yolu tamamen Osmanlının eline geçti
VEFATI...
FATİH SULTAN MEHMET HAN,1481 DE ORDUSUNU HAZIRLAMIŞ, SEFERE HAZIR HALE GETİRMİŞTİ.
EN YAKINLARINDAN BİLE GİZLİ TUTTUĞU BU SEFERİ BÜYÜK İHTİMALLE İTALYA YA YAPACAKTI.
ANCAK,1481‘İN 3 MAYIS GÜNÜ,MENFEATİ İCABI MÜSLÜMAN OLAN, ÖZEL DOKTORU, YAHUDİ, YAKUP PAŞA TARAFINDAN VERİLEN ZEHİRLİ ŞERBETİ İÇTİKTEN SONRA VEFAT ETTİ.
ÖLMEDEN ÖNCEKİ SON SÖZLERİ:
“Tabipler neden bana kıydılar,neden ciğerimi canımı kana boyadılar.” OLDU. BU SÖZLERİ DUYANLARIN SANKİ YÜREKLERİ PARÇALANDI...
ÇAĞ AÇIP ÇAĞ KAPATAN HAZRET-İ FATİH ARTIK YAŞAMIYORDU. FAKAT ONUN SEVGİSİ KALPLERDEN HİÇ ÇIKMAYACAKTI....
DOĞUM TARİHİ: 1429
DOĞUM YERİ: Edirne
BABASI Sultan İkinci Murat Han
ANNESİ Hüma Hatun
TAHTA İLK ÇIKIŞI: 1444
TAHTA SON ÇIKIŞI: 1451
SALTANAT MÜDDETİ: 1451-1481(30 yıl)SALTANAT SALTANAT SIRASI: 7. Osmanlı Sultanı
VEFATI: 1481
VEFAT YERİ: Gebze
KABRİ: Fatih Camii Yanı
FATİH SULTAN MEHMET HAN’IN DOĞUMU
Sultan Mehmet ikinci Mehmet Han, Osmanlı padişahların yedincisi ve altıncı Osmanlı padişahı sultan ikinci murat hanın oğludur. Hüma hatundan 1429 senesinde Edirne’de eski sarayda dünyaya teşrif etti.
Doğum yeri hususunda bazı rivayetler vardır ancak ittifakla Edirne olduğu kabul edilir.
Fatih sultan Mehmet Han doğduğu gün yeryüzünde harikulade haller meydana gelmişti. Doğduğu gün,gün ortasında yıldızlar geceki gibi göründü. Büyük bir kuyruklu yıldız doğdu ve İstanbul’un bir ucundan diğer bir ucuna kadar uzanmış gibi seyredildi. O sene doğan çocukların çoğu erkekti. Hayvanlar ikiz yavruladılar. Atların yavruları erkek,ahır hayvanlarının yavruları da dişi oldu. Tarlalardaki hububat taneleri çok iri,bağ bahçeler meyve bolluğuna gark oldu.
Fatih sultan Mehmet Han Osmanlı padişahları içinde peygamber efendimizin müjdesine nail olmuş bir padişah ve müstesna bir kumandandır.
TAHSİL HAYATI..
Küçük yaşta tahsiline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen şehzade Mehmed,devrin en mümtaz ulemasından ilim tahsil etti. İlk hocası, Molla Yegân dır. Daha sonra,meşhur din ve fen alimi,zahiri ve batini ilimlerde mütehassıs, Akşemsettin hazretlerinin terbiyesine verildi.
İlim tahsilinden arta kalan zamanlarında bir taraftan dinlenirken diğer taraftan da teknik işlerle uğraşmaya başladı.
Güzel bir terbiye ve tahsilden geçip matematik, geometri, hadis, tefsir, fıkıh, kelam ve tarih ilimlerinde ihtisas sahibi oldu.
İdare edeceği memleketlerin mes’eleleriyle yakında alakadar olmak,geçmişi iyi tanımak ve huzuruna kim gelirse gelsin,ana diliyle hitap etmek için Arapça,Farsça,Latince,Yunanca ve Sırpça öğrendi.
Tarih ve Coğrafya bilimlerinde kendini yetiştirip geçmiş hükümdarların başlarından geçenleri öğrenerek tecrübe kazandı.
Kudretli bir asker olduğu kadar, geniş görüşlü bir fikir adamı olarak yetişen Hazret-i Fatih şehzadeliği ve padişahlığı sırasında fıkıhta Molla Hüsrev,tefsirde Molla Gürâni,matematikte Ali Kuşçu,kelamda Hocazade ve Ali Tûsî den ilim tahsil etti.
SULTAN İKİNCİ MURAT HANIN SALTANATTAN FERAĞAT ETMESİ VE SULTAN MEHMETİN İLK SALTANATI
Sultan İkinci Murat Han, hiçbir zahiri sebep yokken padişahlıktan feragat etti ve yerine küçük yaştaki oğlu şehzade Mehmet’i getirip;
_Yaşadığımız sürece evladımızın padişahlığını görelim. Bir müddet dahi hükümetten el çekip, inziva köşesine varıp, mihnet ve yorgunluktan uzaklaşıp, maneviyatla meşgul olmak hatırımızdan geçer.
Ehl-i tecridin külahı tac-ı istiğnasıdır
Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır
Sultan İkinci Murat Han, Manisa’da sükûnet içinde yaşamaya başladı. Oğlu Şehzade Mehmet’in yanına kumandan ve devlet adamlarından Turhan Beyi ve Sadrazam Çandarlı Halil paşayı,kadı askerlikte ise Molla Hüsrev’i bıraktı.
Genç padişah devlet işleriyle alakadar olmaya ve emirler vermeye başlamıştı. Etrafta olup biteni anlamaya başlıyordu.
Sultan Murat Hanın tahtı çocuk yaştaki oğluna bırakması ile Bizans imparatoru ile Venedik senatosu Osmanlıları Rumeliden çıkartmanın zamanının geldiğine karar verdiler. Macar kralı Ladislas’a yeminini bozdurdular. Yeminin bozulmasında papanın adamı Kardinal Julien Cesari:
__Müslümanlara verilen yeminlerin hiçbir kıymeti yoktur, şeklindeki sözleri müessir oldu. Sonunda buna inanan ladislas en kısa zamanda Macar,leh,Ulah,İtalya,Çek,livan,Hırvat,Fransız,Alman,Venedk kuvvetlerinden bir haçlı ordusu hazırladı. Başlarına Hünyadi Yanoş‘u tayin etti.
Haçlı ordusunun harekatına karşı çocuk yaştaki zeki ve uyanık padişah, vakit kaybetmeden harp meclisini topladı ve devlet erkanının fikirlerini aldı. Neticede Sultan Murat Hanın devletin ve ordunun başına getirilmesine karar verildi. Fakat, sultan Murat Han:
__Biz oğlumuz Mehmed’e padişahlığı vermekten maksadımız, dinlenmemiz içindi. Padişahlık kendisine lazımsa din ve devleti korusun,şeklinde cevap gönderdi. Oğlu Fatih, Sultan Murada tarihe kayıt düşüren şu muazzam cevabı verdi:
__Eğer padişah iseniz,din ve devletin hizmete muhtaç olduğu böyle bir zamanda feragat etmeniz, padişahlık vazifesine aykırıdır. Eğer padişah ben isem, işte size emrediyorum, silah başına geliniz. İtaat lüzumunu size ihtar ediyorum, diyerek geleceğin büyük sultan olma yolundaki ilk kat’i vazifesini ifa etti.
Edirne ye gelen Sultan Murat Han, oğlunu tahttan indirmedi. Başkumandan sıfatıyla hareket etti. Haçlı ordusu ile 10 kasım 1444 te Varna ovasında karşılaştı. Muharebe Osmanlı ordusunun tam bir zaferiyle neticelendi.
Sultan Murat han zaferden sonra Edirne ye dönüp bir sene kadar oğluyla birlikte kaldı. 1445 te oğlunu Edirne de bırakıp kendisi Manisa ya gitti. Ancak Zağanos paşa ile Çandarlı Halil paşa arasında cereyan eden bazı hadiseler nedeniyle,Sultan Murat Han Edirne ye gelerek tekrar devletin idaresini eline aldı. Sultan Mehmet han Manisa ya gönderildi. Şehzade Mehmet babasının ölümüne kadar,Manisa valisi olarak kaldı.
SALTANATI MÜDDETİNCE CEREYAN EDEN HADİSELER
• 1453 te İstanbul fethedildi
• Anadolu da Türk siyasal birliği sağlandı
• Cenevizlilerden Amasra alındı
• Trabzon Rum imparatorluğuna son verildi
• Candaroğullarından Sinop karamanoğullarından Konya alındı
• Akkoyunlularla yapılan otlukbeli savaşı sonucunda doğu Anadolu da hakimiyet sağlandı
• 1478 de kırım Osmanlıya bağlandı
• Karadeniz Türk gölü haline geldi
• ipek yolu tamamen Osmanlının eline geçti
VEFATI...
FATİH SULTAN MEHMET HAN,1481 DE ORDUSUNU HAZIRLAMIŞ, SEFERE HAZIR HALE GETİRMİŞTİ.
EN YAKINLARINDAN BİLE GİZLİ TUTTUĞU BU SEFERİ BÜYÜK İHTİMALLE İTALYA YA YAPACAKTI.
ANCAK,1481‘İN 3 MAYIS GÜNÜ,MENFEATİ İCABI MÜSLÜMAN OLAN, ÖZEL DOKTORU, YAHUDİ, YAKUP PAŞA TARAFINDAN VERİLEN ZEHİRLİ ŞERBETİ İÇTİKTEN SONRA VEFAT ETTİ.
ÖLMEDEN ÖNCEKİ SON SÖZLERİ:
“Tabipler neden bana kıydılar,neden ciğerimi canımı kana boyadılar.” OLDU. BU SÖZLERİ DUYANLARIN SANKİ YÜREKLERİ PARÇALANDI...
ÇAĞ AÇIP ÇAĞ KAPATAN HAZRET-İ FATİH ARTIK YAŞAMIYORDU. FAKAT ONUN SEVGİSİ KALPLERDEN HİÇ ÇIKMAYACAKTI....
TEFSİR
AYETLERİN TEFSİRİ
1. AYET (NÜBÜVVETİN TESCİLİ)
“Yaratan Rabb'in adıyla oku”
Oku, îlahi vahyin, metafizik alemin, fizik alemi ile bağlantısının ilk emridir, îlahi vahyin insanlarla irtibat kurduğu ilk mesajda; "Rabb'inin adıyla oku " şeklindeki isim tamlamasında önemli bir vurgu vardır. Ayet bir emirle başlıyor. Bu bize, îlahi iradenin ve hakimiyetinin kudretini göstermektedir.“Rabbike” ifadesin ise, Allah'ın kuluna olan rahmetine ve yakınlığına dikkat çekilmektedir.
“Rabbike”isim tamlamasında, "Rab" kelimesinin tekil olarak kullanılması vahyin ilk başladığı andan itibaren nüzul süresince de devam edecek olan Kuran'ın en önemli mesajı olan Allah'ın tevhidine ince bir gönderme içermektedir.
Vahyi getiren Cibril, hadislerden de anlaşılacağı üzere "Oku" emrini üç kere tekrar etmiştir. Burada "oku" diye emredilmektedir. Çünkü emir, yukarıdan aşağıya yani Allah'tan kuluna inmektedir. Ancak bu emri yerine getirememenin acziyetini ifade eden Peygamberimiz " ben okuyamam ki" demiştir. Zira Resul, gerçekten de okuma yazma bilmemektedir.
Acaba bu " oku " emrinden kast edilen nedir?
" Oku " emrinden kast edilen, aslında bizim bildiğimiz manada yazılı bir sayfadan veya kitaptan okuma değildi. Zira Kuran’da da belirtildiği üzere O'nun bu manada okuma yazması yoktu. Nitekim İbni îshak'ın rivayetini hariç tutarsak hiç bir rivayette Cibril'in yanında bakarak okuyacağı bir kitabın indiği zikredilmemiştir.
Buna göre " oku " emri," Hafızadan olan okumaydı." Çünkü o, şimdiye kadar hiç bir şekilde, hiç bir kitap okumamıştı. Ancak bu ilk emirle kendisine ilerde tilavet edeceği zihinden okuma müjdesi verilmiştir. [1][192]
Kur'an-ı Kerîmde kıraatin, tilavet (zihinden okuma) manasında olduğunu beyan eden ayetler vardır. Mesela İsra süresinde “Onu bir Kuran alarak (ayet ayet) ayırdık ki O'nu insanlara dura dura (ara vererek) okuyasın. [1][193]
Diğer bir ayette; "... ve (bana) Kur'an okumam (emredildi) [1][194]
Bu iki ayette geçen kıraat, yazılmış bir kitaptan okuma manasında değil de, zihinden okuma manasınadır.
Günümüzde de böyle bir anlatım, kullanılmaktadır. Okuma yazması olmayan bir kimseye, ezbere bildiği veya kendine öğretildiği herhangi bir şeyi "oku" diye hitap ettiğimiz vakidir.
Hz. Peygamber efendimiz (s.a.v.) zamanında günümüzde kullanılan manada okuma yazma bilenlerin oranı çok düşüktü. Sahabeden okuyup yazan kişiler azınlıktaydı.Kuran’ın tespit ettiği bu gerçeğe Cum'a süresinde "O’dur ki ümmîler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber (s.a.v.) gönderdi..." [1][195]diye işaret edilmektedir.
Kuran’ı Kerîmin indiği yıllarda, vahyin, taşlara kemiklere yazılması, okuma yazmanın yaygın olmadığının diğer bir işaretidir. Buna göre sahabe, Kuran’da geçen Kur'an 'dan kolayınıza geldiği kadar okuyun " [1][196] ayetinden anladıktan mana, olsa olsa" zihinden okuma" manasındaki bir okumadır.
Ayette geçen "Oku" emrinin ifade ettiği diğer bir mana. Okumak; salt başkalarına okuyup haber vermek manasında değildir. Diğer bazı ayetlerde geçen "Onlara Nuh'un haberini de oku " [1][197] " Onlara İbrahim’in haberini de oku " [1][198]ayetlerindeki "okuma", o hikayeyi (kıssayı) okumasıdır. Konumuz olan ayette geçen "Oku” emri ise insanlara bunu hikaye etmeksizin sadece okumak manasınadır.
Ayetteki "İkra" emri genel (mutlak) olup kendisinden sonra gelen (Bismi Rabbike) kelimesi ile kayıt ( Takyîd) altına alınmıştır.[1][199]
"İkra" kelimesinin luğatta, Okumak, tebliğ etmek, taşımak, toplamak gibi manaları bünyesinde bulundurmaktadır.[1][200]
Ancak bazı araştırmacılara göre, kelimenin kökeni Arapça asıllı değildir. İbrani’ce bir kelime olan “İkra” o dilde Huşu ile kutsal metinleri okumadır. (to solemniy recite sacred texts) [1][201]Sonra da günümüzde kullanılan, yazılı bir şeyden okuma manasında kullanılmıştır.
Arap dilinde kitaptan okuma ile zihinden okuma arasında küçük de olsa bir nüans farkı vardır. Kitaptan okuma için daha çok “Tela”fiili kullanılmakta, zihinden okuma için “Karee”" fiili kullanılmaktadır. Buna göre bazı müfessirler ayette geçen “İkra” emrini “Ütlü” şeklinde tefsir etmişlerdir. [1][202] Ne var ki Arap dilinde yaygın olan, “İkra”fiili, gerek kitaptan gerek zihinden okumak için de kullanılmaktadır.[1][203]
“İkra”emrinden kasıt, vahy edilecek şeyleri okumaktır. Ancak bazı müfessirler, “Bismi Rabbike” deki Ba’yı yi zaid kabul ederek, emirden maksat, "Allah'ın ismini okumaktır" demişlerdir. Bu görüşte olanlara göre taktir, "Rabb'inm ismini oku" şeklindedir. [1][204]
Ancak bu okumayı Rabb'in ismine hasr etmektense, vahyin tümüne şamil tutmak daha sahihtir.[1][205] Zaten ilk vahiyde Resul'un okuyamamasının sıkıntısı da bu yüzdendir. Şayet oku emrinden kasıt, Rabb'in ismini okumak olsaydı bu emri yerine getirmek zor bir şey olmazdı. Kaldı ki, Kuran’da birçok ayette, Rabb'in isminin zikredilmesi emredilmiştir. Ancak kullanılan ifade “Zikret " şeklindedir.
Oku emri nübüvveti mi yoksa Risalet'i mi haber veriyor?
Vahyin başlangıcı olarak kabul edilen Alak süresinin ilk ayetleri Nübüvvetin tescili anlamındadır. Zamanla Nübüvvetin yanma, tebliğ görevi de verilmiştir. Ancak oku emri,
"Nübüvvetin başlangıcını" ifade etmektedir. [1][206]
Bu görüşümüzü bir takım delillerle desteklememiz mümkündür.
1- Daha önceden de zikrettiğimiz gibi ilk vahiyde tebliğin açıktan açığa haber verildiğini konu alan rivayetler zayıftır.
2- Ayette geçen "Yaratan Rabb'in adıyla oku" ayetinde mana olarak: "Risaleti, (bu okuma olayını) insanlara tebliğ et." gibi bir anlam yoktur.
3- Fetret devri olarak kabul edilen Alak süresinin ilk ay etlerinin inmesiyle, Müddessir süresinin ilk ayetlerinin inmesi arasında geçen vakitte, Risaletin tebliğ edildiğine dair elimizde herhangi bir bilgi yoktur.
Sîyer kaynak kitapları bu dönem hakkında bir bilgi sunmamakta sadece ilk Müslüman olanlarla ilgili bilgiler vermektedir. Buna göre, kadınlardan ilk Müslüman olan Hz. Hatice, erkeklerden Hz.Ebü Bekir, çocuklardan Hz.Ali kölelerden ise Zeyd'tir. Bu bilgiler doğrudur. Ne var ki, bu kişilerin İslamla müşerref olmaların zamanı, tam olarak belirlenmemiştir. Acaba Alak süresinin ilk ayetleri nazil olduktan hemen sonra mı, yoksa fetret devrinden sonra mı Müslüman olmuşlardır? Bunu kesin olarak belirlemek mümkün değildir.
Bu meyanda;
a- Hz-Hatice'nin hemen Müslüman olduğu bilgileri elimizde mevcuttur. Ancak Resul, ilk vahy kıssasını Hatice'ye o heyecanla anlatırken tebliğ niyetiyle anlattığı pek düşünülemez. Belki de yaşadığı olayları onunla paylaşmak istemiştir. Bu konudaki rivayetlerde, Resul’un, bu olayı Hz.Hatice'ye anlatırken tebliği içeren herhangi bir ifadeye rastlanmamaktadır.
b- Ali'nin Müslüman olduğuna dair rivayetler vardır.
Tirmizî'nin; İsmail b. Musa, Ali b. Musa, Ali b. Abis, Müslimu'1-Mela iyyi, Enes b.Malik tarikiyle rivayetine göre, “O'na, Nübüvvet pazartesi günü verilmiş. Ali ise çarşamba günü Müslüman olmuştur.”[1][207] Bazı tarih kitaplarında da bu görüşü destekleyen rivayetler bulunmaktadır. [1][208] Ancak aynı konu etrafında birbirini tutmayan rivayetler de vardır.[1][209]
4- Müddessir suresinde inzar (uyarma) yi açıkça ifade eden ayet vardır. " Kalk, uyar" [1][210] Kurtubî bu ayetin tefsirini Mekkelileri - şayet Müslüman olmazlarsa- azapla korkut, şeklinde tefsir ettikten sonra, Risaletin bu ayetle başladığına dikkat çekmiştir.[1][211]
5- Alak süresinin ilk ayetlerinin inişinden sonra bir müddet vahyin kesilmesi, Müddesir'in ilk ayetlerinden sonra yoğunlaşarak devam etmesi, Alak süresinin ilk ayetlerinin nübüvvetin habercisi, Müddessir süresinin ilk ayetleri ise. Tebliğin habercisi olduğunu bize gösteriyor.
6- Allah-u Teala'nın, Kuran’ın hükümlerini insanlara vahy etmede kademe kademe anlatım usulü, nübüvvet- tebliğ ilişkisinde de geçerlidir. Peygamberimize ilk olarak yalnızlık sevdirilmiş, bir müddet sonra Alak süresinin ilk ayetleriyle Nübüvvet bildirilmiş, Müddessir süresi ile de tebliğ başlamıştır. Yalnız kalma sevgisi nübüvvete hazırlık, nübüvvet ise tebliğ için hazırlık ve geçiş dönemini kapsamaktadır.
"İsmi Rabbike” tabirinde "Rab" ismi, zikredilmiştir. Nitekim vahyin başlangıcında inen ayetlerde Allah-u Teala'nın fiilî bir sıfatı olan "Rab" ismi tercih edilmiştir.
Alak suresinde “Rabbinin adıyla.." [1][212]
Müddessir süresinde "-Rabbini tekbir et (O'nun büyüklüğünü an) [1][213] "Rabb'in için sabret" [1][214] ve benzeri ayetlerde Allah'ın "Rabb" sıfatı tercih edilmiştir.
Bu tercihe şöyle bir yorum getirmemiz mümkündür: Cahiliye toplumuna baktığımızda, o toplumun bir çok tanrılar (rabler) edindiğini, adeta bunu moda haline getirdiğini görüyoruz. Ali İmran suresinde " Allah'tan başka tanrılar edinilmemesi istenmiş, [1][215] peygamberlerin de tanrılar edinilmemesine vurgu yapılmış, [1][216] " Hahamların ve rahiplerini Allah'tan ayrı Rabler edindiler" [1][217]ayeti ile Tevhit dininden ayrıldıklarına dikkat çekilmiştir.
O dönemde herkesin evinde özel bir tanrısı (rabbi) vardı. Sürdürdükleri bu anlayışlarına gerekçe olarak " biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsın diye tapıyoruz.[1][218] iddiasında bulunmuşlardı. Sahte tanrıların bu kadar bol olduğu bir toplumda yaşayan Muhammed (a.s), gerçek Rabb'ini bu ayetlerle hissetmiştir.Yüce Allah Rabb sıfatını Resulle bitiştirerek ona karşı olan rahmetini, şefkatini hissettirmiş ve onun bundan böyle kendi terbiyesi altında olduğunu hissettirmiştir.
Burada dikkati çeken başka bir husus ta, “ el-Haliku, el-Vehhabu, -el-Muizzu” gibi bir sıfat değil de fiilî sıfatlarının içinden özellikle " Rab " sıfatının seçilmesidir. Bilindiği gibi Rab sıfatı, yetiştirmek, büyütmek, sahiplenmek anlamlarına gelmektedir. Bu açıdan, Rab şifalının fiilî sıfatların içinde önemli bir ayrıcalığı vardır. Terbiye sıfatı, diğer sıfatların içinde bu anlamıyla da tezahür etmektedir. Mesela: Rububiyet, Allah-u Teala'nın “el-Fettah, el-Rezzak, el-Vehhab ” gibi rızık ve bağışla ilgili olan sıfatlarla canlıların yetiştirilmesi ve büyütülmesi, "el-Müiz, el-Müzil, el-Hafid, el-Rafi” gibi sıfatlarla ise insanların ceza ile terbiye edilmesinde ön plana çıkmaktadır.
“Ellezi Halak” Alak Suresinde Allah 'u Teala’nın sıfatlarından ilk olarak "Rab" ,
ikinci olarak da “Halik” (yaratıcı) sıfatı zikredilmiştir. Yaratma ile Rububiyet arasında
direk bir bağlantı vardır. Zira yaratma olmadan terbiyenin hiçbir türü gerçekleşemez. İnsanın terbiyesi için ilk önce kademe kademe nutfe, alaka, mudğa, izam, lahm yaratılma aşamaları gerçekleşmelidir. Çünkü yaratmak en büyük terbiye, en büyük nimettir. "İnsan önceden hiçbir şey değilken kendisini nasıl yarattığımızı düşünmüyor mu? [1][219] Yaratmanın devamlı olmasında, Yüce Allah'ın Rububiyet sıfatı vardır.
Yaratmadaki terbiye, varlığın basit yapısından başlayıp, yavaş yavaş mükemmele
erişmesidir.
Alemin her noktasında, varlık ve hayatın bulunduğu her yerde, Rububiyyet'in etkisi görülmektedir.
Vahyin ilk ayetlerinde arka arkaya zikredilen "Halaka-Rab" sıfatlarının özellikle ilk inen ayetlerde seçilmesinde başka bir takım hikmetler de vardır.
Allah'u Teala kendi sıfatlarından olan işitme. Görme, Konuşma, îlim, îrade gibi bir çok sıfatı insanoğluna da bahşetmiştir. Ancak yaratma sıfatı Allah-u Teala'nın kendine has bir sıfatıdır, insanlar için kullanılması, mecaz haricinde, mümkün değildir.
Yaratma Arap dilinde: "Bir şeyi eşi, benzeri ve geçmişi olmaksızın ortaya çıkarmak" manasında kullanılır. Allahu Teala'nın yarattığı her şey, daha önce benzeri bulunmayan varlıklardır. Nitekim ayette “İyi bilin ki yaratma ve emir O' nun dur.[1][220] Diğer bir ayette, “Allah'tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mıdır? [1][221] Başka bir ayette ise "'Attığınız meniyi gördünüz mü? Siz mi onu yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz?[1][222] buyrularak Allahu Teala'nın Yaratma sıfatına dikkat çekilmiştir.
Arap toplumu, cahiliyede birçok tanrıya taptıkları halde, gerçek yaratıcının onlar olmadığını, her şeyi yaratan bir îlah'ın bulunduğunun farkındaydılar. "And olsun onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, mutlaka "Allah" derler.” [1][223] Yüce Allah, Kuran’da birçok ayetlerde "Yaratan" olan Allah'a ibadet etmenin gerekliliğini vurgulamaktadır.
"Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize kulluk edin ki, (Allah 'ın) azabından korunasınız.” [1][224]
"Sizi ve önceki nesilleri yaratan (Allah) tan korkun.” [1][225]
"Size ne oluyor ki, Allah için saygı (göstermek) istemiyorsunuz. Oysa O, sizi çeşitli merhaleler halinde yarattı” [1][226]
"Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” [1][227]
"Halaka" filinin birinci ayette zikredilmesini diğer bir hikmeti ise: İnsanı bütün
kemalatıyla yaratmaya kadir olan Yüce Mevla, "İnsana okumayı bilmese dahi, o melekeyi verdiğine" tembih etmektir.[1][228]
Alusî, "Halaka" fiili için, lazım (geçişsiz) veya müteaddî (geçişli) olmak üzere iki
veçhin de caiz olduğunu zikretmiştir. [1][229] Bu iki değişik takdirden birbirine yakın iki mana çıkmaktadır.
1- “Halaka” fiilini lazım olarak kabul ettiğimizde mana: " Kendisinden yaratma meydana gelen, yaratmayı kendisine ait kılan, O'ndan başka yaratan bulunmayan" şeklindedir.
2- “Halaka” fiilini müteaddi kabul ettiğimizde ise mana:" O yüce zat her şeyi yaratandır" şeklindedir. [1][230]
Dipnotlar
192 İbni Aşür, XXX/ 435;
193 İsra,17/106.
194 Neml,27/92.
195 Cum’a, 62/2.
196 Müzemmil, 26/69.
197 Yunus,10/71.
[1][1]98 Şuara, 26/96
199Kirmanî, el-Burhan Fî Tevcîh-i Müteşabihi'l-Kur'an, s. 298, Mısır 1993.
200 İbni Manzür, Lisanu'lArab, V/3563, Kahire ty, Daru'l-Mearif.
201 Watt, Montgomery, Muhammed at Mecca, s. 47, Oxford, Clarendon Press, 1953.
202 İbni Aşür, XXX/ 45.
203 Binti'ş-Şatiî, et-Tefsîru'1-Beyanî lil-Kur'ani'l-Kerîm, II/15.
204 Kurtubî, XX/ 119; Muhammed Cemaluddin el- Kasimî, Mehasinu't- Te'vîl, XVII/ 513, Tahrîc, Muhammed Fuad Abdulbakî, Halebî.
205 Alüsî, XXX/ 179.
206 Muhammed İzzet Derveze, et-Tefsîru'l Hadîs, I/ 23, Kahire Ty, Halebî.
207 Tirmizî, Kitabu'l- Menakib, 21/ 3728 .
208 İbni Kesîr, es-Sîretu'n-Nebeviyye, 1/212.
209 a.g.e., aynı sayfa.
210 Müddessir, 74/2.
211 Kurtubî, XIX/ 61
212 Alak, 96/3.
213 Müddessir, 74/3.
214 Müddessir, 74/7.
215 Ali İmran, 3/64.
216 Ali İmran, 3/80.
217 Tevbe, 9/31.
218 Zümer, 39/ 3.
219 Meryem, 19/ 67.
220 A'raf, 7/54.
221 Fatır, 35/3
222 Vakıa, 56/58,59.
223 Lokman, 31/1.
224 Bakara, 2/21.
225 Şuara, 26/184.
226 Nuh, 71/13,14.
227 Mü'minün.23/115
228 İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu'1-Beyan, X/472, İst. 1389, Eser.
229 Alüsî, XXX/ 180
230 Bursevî, X/ 472; Ni'metullah Mahmut, Tefsiru Cüz'i Amme, Tahkik: Mahmut Şelebi, Mısır 1930, Daru'l Fikri'1-Arabî.
2.AYET (İNSANIN YARATILIŞI - ÜREMESİ)
O, İnsanı Alak'tan yarattı.
“Alak”kelimesi çoğuldur. Müfredi “Alakatün” dür. Alak kelimesi diğer ayetlerde müfred olarak geçmiştir. [1][231] Kuran’da yalnız bu sürede çoğul olarak kullanılmıştır. Buna sebep olarak, iki ihtimal ileri sürülmüştür.
l- Kendinden önce geçen ayetin sonundaki (Halaka) kelimesi ile uyum sağlaması için,
2- Ayette geçen “el-İnsan” kelimesi "cinsi" ifade ederek çoğuldur; eşitlik olsun diye, o da cem' olarak kullanılmıştır.[1][232]
Kur'an-ı Kerîmin değindiği temel konulardan biri de yaratılış konularıdır. Bizleri ve yaptığımız işleri yaratan [1][233] yüce Allah, bizim vakıf olmadığımız birçok şeyleri de yaratmıştır.[1][234]
Kur'an-ı Kerîmde, yaratılış olaylarını incelemek ve araştırmakla yükümlü olduğumuzu bildiren ayetler vardır.
" De ki: Yeryüzünde gezin, bakın yaratmağa nasıl başladı..? [1][235]
Yaratma ifadesi Kuran’da değişik kelimelerle zikredilmiştir. Bunlar: “Halaka-Enşee-Ceale-Fatara-Bedea” gibi kelimelerdir. Bunların içinde “Halaka” fiili, değişik kelimelerle en fazla zikredilenlerden biridir.
Mesela: ”Halaka” fiili 64 defa, “Halakaküm” fiili 16 ve “Halakna” olarak ta 24 defa zikredilmiştir. [1][236]
Yüce Allah, yaratmaya kozmik bir alev kütlesi, yüksek derecede sıcaklığı olan "Nebüla" ile başlamıştır. Kur'an-ı Kerîm aynı maddeyi "Duhan-duman " olarak tanıtmıştır. [1][237] Buna göre ortaya çıkan ilk varlıklar gökler ve yeryüzüdür. Bunların yaratılışı altı yaratılış döneminde tamamlanmıştır. [1][238]
Gerek bunların, gerek bunlardan sonra yaratılanların hepsi, Allah-u Teala'nın "Kün" emri ile var olmuştur. Ol emri, gerek Hz. İsa’nın yaratılışında, [1][239] gerek Hz. Adem'in canlı hale gelmesinde, gerekse öldükten sonra dirilmede [1][240] kullanılmıştır.
Her şeyi çift yaratan [1][241] yüce Allah, birçok ayetlerde, yaratılışın sudan olduğunu bildirmiştir." Her canlı varlığı sudan yarattık.[1][242]
1. Merhale: Topraktan Yaratılma
İlk insan, yeryüzünde bütün canlı türlerin yaratılmasından sonraki bir zamanda yaratılmıştır. Bu yaratılış, kendine has şartlar dahilinde gerçekleşmiştir. Hiçbir canlının yaratılışı, tekamül (evrim) sonucu meydana gelmemiştir. Yaratılış maddesi, kuru balçık ve çamur haldeki katı ve sıvı topraktan oluşmuştur.[1][243]
Yüce Allah, topraktan bedeni "ol emri" ile canlı hale getirmiş, hücre seviyesinde başlayan hayat belirtileri, kendi bünyesinde değişik safhalardan sonra teşekkül eden organlarıyla insan şekline kavuşmuştur. Ancak geçirdiği safhalar içinde, önce bitki, sonra hayvan oluşumu daha sonra da, hayvanın insan şekline gelmesi gibi farklı bir durum söz konusu değildir.[1][244]
Kur'an-ı Kerîmde, yaratılmadaki kademe şöyle açıklanmıştır.
"And olsun biz insanı çamurdan (meydana gelen) bir süzmeden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargahta nutfe haline getirdik. Sonra o nutfeyi alaka yaptık. Peşinden alakayı, bir çiğnemlik et yaptık. O bir çiğnemlik eti de kemiklere çevirdik. O kemiklere et giydirdik. Daha sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik.Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir. [1][245]
2.Merhale: “Nutfe-Sperma”
İlk yaratılıştaki " topraktan yaratılma" olayını bir kenara koyacak olursak, insan yaratılışının başlangıcını "Nutfe" merhalesi teşkil etmektedir.
Nutfe, Kur'an-ı Kerîmde 12 yerde geçmektedir. Bunlardan bir kaçının mealini aşağıda zikredeceğiz.
" And olsun biz insanı çamurdan (meydana gelen) bir süzmeden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargahta sütte haline getirdik.” [1][246]
" Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir
çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi, belirtilmiş bir vakte kadar rahimde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz." [1][247]
" O'dur ki (önce) sizi topraktan sonra nutfeden sonra (kan pıhtısı görünümündeki) alakadan yaratan.” [1][248]
" Kahrolası insan, ne kadar da nankördür! (Allah) hangi şeyden yarattı? Nutfe'den. Onu yarattı, ona biçim verdi sonra ona yolu (ana kanından) çıkmasını kolaylaştırdı." [1][249]
Nutfe kelimesinin (kendine ek bir sıfat alarak) “Nutfetin Emşac- karışık sperma" şeklinde bir kullanımı da vardır. Bu da Kuran’da bir yerde geçmektedir.
"Doğrusu biz insanı birbiriyle karışık bir nutfe (sperma) den yarattık.” [1][250]
Kuran’da zikri geçen, karışık spermanın gerçekleşmesi şöyle olmaktadır. Meni'nin içinde sayılamayacak kadar çok sayıda bulunan hayvancıklardan yalnız birinin yumurtaya döllenmesi Allah tarafından takdir edilmiştir. İlkah olduktan sonra, iki ayrı cisim birleşince bölünme sonunda 46 kromozom ihtiva eden bir hücre meydana gelir. İşte bu hücre. döllenmiş Yumurta veya Kur 'an 'in deyimiyle “Nutfetin Emşac” modern ilmin tabiriyle sperma ile yumurtanın birleşimi (zigot-tozoid) den meydana gelen bir adlandırmadır. [1][251]
Kuran’da insanın Meni (erlik suyu)'den yaratıldığını bildiren ayetler de vardır.
Meni: Erkeğin üreme salgılarına ve husye (testis), prostat ve meni keseciğinin ifrazlarına denir. Meni ile nutfe aynı şeyler gibi gözükse de aralarında fark vardır. Zira meni (erlik suyu) nun manası nutfeye göre daha geniştir. Nutfe ise meninin bir parçasıdır. Yaratılış menide bulunan nutfeden gerçekleşmektedir.
Meni iki kısımdan meydana gelmektedir:
a- Testislerde bulunan meni kanalcıklarının içinde bulunan meni hayvancıkları
(esas nutfe budur).
b- Bu hayvancıkları taşıyan, besleyen ve içinde yüzdürerek rahme kadar götüren sıvı. [1][252]
Nutfe ile meni arasındaki ayırıma Kuran’da da dikkat çekilmiştir. "Kendisi (insan) dölyatağına dökülen meniden bir nutfe değil miydi? [1][253]
Meni lafzı Kur'an-ı Kerîmde 3 yerde geçmektedir.
l- "İnsan, başı boş bırakılacağını mı sanır? Kendisi (döl yatağına dökülen) meniden bir nutfe değil miydi? [1][254]
2- "Attığınız meniyi gördünüz mü? Siz mi onu (insan suretinde) yaratıyorsunuz
yoksa yaratan biz miyiz? [1][255]
3- "Doğrusu O yarattı, iki çifti; erkeği de, dişiyi de. Atıldığında meniden. [1][256]
Bu ayette nutfe ve meni ikisi de geçmektedir. Ayette geçen dökülen meni, “İza Tümna” erkeğin nutfesidir.
Ananın yumurtası hep dişilik işareti verdiğinden, Yüce Allah'ın iradesiyle ceninin cinsiyetini kız veya erkek oluşunu tayin eden meni hayvancıklarıdır. Çünkü meni hayvancıklarının kimi erkek kimi de dişi işareti taşımaktadır.
3.Merhale Alaka
Alaka, (karışık) nutfe oluşumundan sonra meydana gelen safhadır. Karışık nutfenin (döllenmiş yumurtanın) rahme asılması (dut meyvası şeklini almaşı) ile başlar, Mudğa (Çiğnemik et) diye adlandırılan bedenin kütlesel olarak ortaya çıkmasıyla sona erer. [1][257]
Alaka kelimesi Kuran’da, 5 yerde geçmektedir.
1- " Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi, belirtilmiş bir vakte kadar rahimde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. [1][258]
2- " And olsun biz insanı çamurdan (meydana gelen) bir süzmeden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargahta nutfe haline getirdik. Sonra o nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta ) yaptık. Peşinden alakayı, bir çiğnemlik et yaptık. O bir çiğnemlik eti de kemiklere çevirdik. O kemiklere et giydirdik. Daha sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik. Yaratan/atın en güzeli Allah, ne yücedir. [1][259]
3- " İnsan, başı boş bırakılacağını mı sanır? Kendisi (döl yatağına dökülen) meniden bir nutfe değil miydi? Sonra alaka oldu da (Rabbi onu) yarattı, ona şekil verdi.” [1][260]
4- "O 'dur ki (önce) sizi topraktan sonra nutfeden sonra (kan pıhtısı görünümündeki) alakadan yaratan. [1][261]
5- "Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı alakdan yarattı. [1][262]
Müfessirlere göre alaka lafzı:
Eski müfessirlerin hemen hepsi, yeni müfessirlerin de bazıları alakanın, "pıhtılaşmış kan “ ed-Demül Camid ” manasına geldiğini söylemişlerdir, İngilizce yazılan meallerde de aynı ifade (cilot) kullanılmıştır.[1][263]
Yeni yapılan meallerde ise "alak" için yeni güncel yorumlar getirilmeye başlanmıştır. Mesela: Süleyman Ateş'in Mealinde " Döllenmiş Yumurta- Embriyo" şeklinde tercüme edilmiştir.[1][264] Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarından bir komisyon tarafından yapılan mealde de " aşılanmış yumurta" şeklinde geçmektedir.[1][265]
Bize göre " Aşılanmış veya Döllenmiş Yumurta" tabiri, daha ziyade “Nutfetün Emşac” ın karşılığı olsa gerektir. Zira aşılanma olayı, nutfenin rahme dökülmesinden kısa bir süre sonra gerçekleşmektedir. Meni içerisinde bulunan milyonlarca hayvancıkların hepsi yumurtayı dölleyecek durumda değildir. Çünkü bunların %20'si dölleme yapmaya elverişli değildir. Bunların çoğu yolculuk esnasında ölür. Bu milyonlarca meni hayvancığından beş yüz kadarı yumurtaya kadar varabilir. Bunların içinden yalnız bir tanesi yumurtanın kalın duvarını delerek onu döllemeyi başarabilir. [1][266]
Alaka ise yukarıda zikredilen döllenmeden sonra, yani döllenmiş yumurtanın (dut meyvası şeklinde) rahim çeperlerine asıldığı ve orada takılı kaldığı safhada oluştuğu gözükmektedir. [1][267]
Eski müfessirlerin alakaya "donmuş kan" manasını vermeleri kendilerine göre ve o zamanın tıbbi gelişmelerine göre pekte yabana atılacak bir görüş değildir. Zira rahim çeperlerine asılı bulunan alakanın etrafı kan havuzcuğuyla çevrilidir. Alakanın bu haldeyken hacminin, milimetrenin dörtte biri olduğunu göz önüne alırsak, eski müfessirlerin ona neden koyu kan manası verdiklerini daha kolay anlarız. Alakanın etrafı koyu bir kan tabakası ile örtülü olduğundan çıplak gözle görülmesi mümkün değildir. Ama dıştaki kan havuzcuğu gözle görülebilir olduğundan, eski müfessirler tarafından donmuş kan şeklinde yorum yapılmıştı. [1][268]
Bu açıklamalardan sonra akla şöyle bir soru gelebilir: Alaka'yı Türkçe’ye tercüme ettiğimizde hangi kelimeyi kullanacağız? Bu durum pek de açık değildir. Zira Alaka'yı
tek kelime ile ifade etmek pek mümkün gözükmemektedir. Döllenmiş yumurta ifadesi biraz eksik kalmaktadır. "Rahim çeperlerine asılı döllenmiş yumurta" yahut "döllenmiş yumurtanın ana rahmine tutunması (nidadition) [1][269] şeklinde bir ifade gerçeğe biraz daha yakın gözükmektedir.
Alaka'nın gelişimi:
Yumurtanın döllenmesiyle beraber arka arkaya bölünmeler başlar. Yumurta kırk saat zarfında dörde, seksen saatte otuz ikiye bölünür. Beş gün geçmeden "dut meyvası" kadar olur. Bu konuma “Morulla” ismi verilir. Sonra o kürenin içi bir sıvı ile dolar. Bu küreye de “Blastula” diye isim verilir. Bu sırada ana kürenin hücreleri dış tabaka ve iç tabaka diye adlandırılan iki tabakaya ayrılır.
Dış Tabaka “Ğayri Muhallaka” Kemirici ve besleyici hücrelerden meydana gelir. Ana
küre, rahme varır varmaz orada tutunur, rahim çeperine asılır, rahim hücrelerini kemirmeye başlar. Alaka, genelde rahmin arka kısmına özellikle üst yarısına asılır. Zira ceninin gelişmesi için en uygun yer burasıdır. Bu arada rahim, bu bölgede daha fazla kan salarak zar tabakasını kalınlaştırmak ve kan kesecikleri için hazırlıklar yapar.
İç Tabaka “Muhallaka” Yüce Allah, cenini ve cenini kaplayan zarları bu tabakadan
yaratır, ilk bakışta yuvarlak, yassı bir cisme benzeyen cenin levhası bu tabakadan oluşur. Sonra bu yassı yuvarlak görünüm uzayarak armut şeklini alır. Döllenmeden beş-yedi gün sonra ana küre rahim duvarına yerleşir. Kürenin dış tabakasındaki hücreler, rahim duvarındaki hücreleri kemirmeye ve gıdasını rahimden almaya başlar. Bu hücreler direkt olarak rahmin kan kesecikleri ile temas kurar, onlardan kendine ve cenine gerekli gıdaları alır. [1][270]
“Günümüzde bazı tefsirciler (özellikle tıp konularıyla bağlantılı ayetleri tefsir edenler) yaratma olayının alaka safhasından başladığını öne sürmüşlerdir. [1][271]
Kitabında bu konuyu işleyen Dr. Muhammed Ali el-Bar şöyle demektedir:" Müslim, Sahihinde Huzeyfe b. Esîd'den şöyle bir hadis rivayet etmiştir.
"Nutfe üzerinden kırk gün geçince, Yüce Allah bir melek gönderir. Melek ona şekil verir. Kulağını, gözünü, derisini, etini ve kemiklerini yaratır. Sonra, "Ya Rabbi, erkek mi dişi mi ?" der. Allah dilediğim hükmeder ve melek yazar. Sonra da "Ya Rabbi, eceli ne zamandır?" der. Allah dilediğini hükmeder ve melek yazar. Daha sonra yazılı rızkını sorar. Allah dilediğini hükmeder ve melek yazar. Sonun da melek elinde yazılı kağıdı ile çıkar. Emredilene hiç bir ilavede bulunmaz." [1][272]
İbn Recep el-Hanbelî, Camiu'1-Ulüm vel-Hikem adlı kitabında şöyle demektedir. "Bütün bunlar (yaratmayla bağlantılı rivayetler) yaratmanın, "Alaka" safhasında mümkün olacağı esasına dayanıyor. Nitekim yukarıda geçen Huzeyfe b. Esîd hadisi de buna delalet etmektedir. Tıp doktorları da yaratma planının "Alaka" üzerine çizildiğini söylemektedirler. [1][273]
4- 4. Merhale: Mudğa ve Diğer Evreler.
Mudğa, yaratılış evrelerinden biridir. Çiğnenmiş et görünümünde olduğu için bu ismi almıştır. Mudğa dönemi üçüncü haftada "Somit" denen beden kütlelerinin görünmesi ile başlar. Bu kütleler, üçüncü haftada arka arkaya çıkmaya başlar ve orta hattın her iki yanında olmak üzere dördüncü haftanın sonunda kırk küsur kütleye varır. Tomurcuk şeklindeki eğri kabartılar bu dönemde görülür. Somitler, orta hattın her iki yanında çıkar, sonunda omuriliğe dönüşecek olan sinir oluğunu kuşatırlar. Yüce Allah, kıvrılıp omuriliği kapatan omurga kemiklerini de bu somitlerden yaratır. Nitekim adale veya Kuran’ın tabiri ile " Lahm-et-" bu somitlerden yaratılır. [1][274]
" O bir çiğnemlik eti de kemiklere çevirdik. O kemiklere et giydirdik. Daha. soma onu başka bir yaratılışla insan baline getirdik. Yaratanlatm en güzeli Allah, ne yücedir. [1][275]
Dördüncü haftada tekamül eden mudğa, beşinci ve altıncı haftalarda omurlara dönüşür. Bu omurlar, ilk önce kıkırdak halindedir. Sonradan “ Azm –kemik”leşirler. Altıncı
ve yedinci haftalarda “ Lahm-kas”lar oluşur. Daha sonra kaslar kemiklerin üzerini kaplar. [1][276]
Kuran’da geçen bilimsel ifadeler günümüzde tespit edilmiş bilgilerle karşılaştırıldığında aradaki uyumluluk açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Ortaçağ boyunca, efsaneler ve temelsiz tasavvurlar, çeşitli düşüncelere kaynaklık etmişti: bu telakkiler ondan sonra da yüzyıllarca devam etti. Embriyolojinin tarihinde belli başlı aşamanın, 1651 yılında Harvey'in ortaya attığı "her canlı başlangıçta bir yumurtadan gelir" sözü olup, embriyonun yavaş yavaş ve kısım kısım geliştiği bilinmektedir. Fakat o dönemlerde henüz ilerlemeye başlayan bilimin, mikroskobun bulunmasından geniş ölçüde yararlanmakla birlikte, bizi şu anda ilgilendiren üreme konusunda, hala yumurta ile sperma hücresinin karşılıklı rollerini tartışıldığını da hatırlamak gerekir. Tabiat bilgini Buffon, yumurtanın rolünü savunanlar safında yer alırken, Bonnet, tohumların kutulandığı tezini savunuyordu: Ona göre, insanlığın anası olan Hz. Havva'nın yumurtalığı bütün insanların tohumlarını, birbirine geçerek kurulanmış olarak ihtiva etmeliydi. Bu hipotez 18. yüzyılda epeyce itibar görmüştü. İşte o çağdan bin yıldan fazla bir zaman önce, hayali ve akıl almaz inançların muteber olduğu bir dönemde, insanlık, Kuran’ı tanımıştı. Kur'an, insanların keşfetmek için yüzyıllarını harcayacakları, insanın üremesi konusunda temel gerçekleri, sade bir anlatımla insanlığa açıklıyordu.[1][277]
İkinci ayette "insanı yarattı" buyrularak özellikle insana dikkat çekilmiş, diğer bir ayette ise "yerlerin ve göklerin yaratılması insanların yaratılmasından daha büyüktür." [1][278] buyrulmuştur.
Allah-u Teala'nın özellikle insanı zikretmesinin sebebi Zemahşerî'nin de işaret ettiği gibi Kıır'an 'in insanoğluna indirilmesinden dolayıdır.[1][279]
Kurtubî'ye göre ise, insana şeref vermek, yahut insanoğluna, ne kadar çok nimetler verildiğini açıklamak için insan, özellikle zikredilmiştir. [1][280]
İnsanoğluna Kur'an indirilmiş, ikramların en güzeli ona sunulmuştur. "And olsun biz. Adem oğullarına (güzel biçim, mizaç ve aklî kabiliyetler vermek suretiyle) çok ikram ettik, onları karada ve denizde (hayvanlar ve taşıtlar üzerinde ) taşıdık. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık." [1][281]
Ayette " İnsanı Alaktan yarattı" buyrularak insanın yaratılışındaki evrelerden özellikle alakaya dikkat çekilmiştir. Çünkü çok değişik bir kavram olan alak, dinleyenler tarafından hemen dikkatleri çekerek, vahyin ilk ayetlerinde dikkatler Allah'ın Yüce Kudretine yönelecektir.
Bunun yanında birinci ve ikinci ayetlerin sonlarında bulunan “ Alaka – Halaka ” kelimeleriyle lafız ve musikî uyumu sağlanmaktadır.
Dipnotlar
231 Hac, 22/5; Müminün, 23/14; Ğafır, 40/67; Kıyame, 75/38.
232 Muhammed b.Ebî Bekr b.Abdi'l Kadir er-Razî, Mesailu'r-Razî ve Ecvibetuha min Garaibi Ayi't-Tenzîl, s. 378, B.2, Tahkik: İbrahim Adve İvad, Mısır 1985, Halebî.
233 Saffat, 37/96.
234 Nahl, 16/8.
235 Ankebüt, 29/20.
236 Fuad Abdulbakî, el-Mu'cem, s. 241,242.
237 Fussilet, 41/11
238 Araf, 7/54; Yunus, 10/3; Hüd, 11/7; Furkan, 25/59; Secde, 32/4; Kaf, 50/38.
239 Alî İmran, 3/ 47.
240 Nahl, 16/39,40
241 Şuara, 26/7; Lokman, 31/10; Kaf, 50/7; Ra'd, 13/3; Zariyat, 51/49.
242 Enbiya, 21/30; Furkan, 25/54; Nur, 24/45; Fatır, 35/11.
243Ali İmran, 3/59; Hicr, 15/26; Hacc, 22/5; Secde, 32/7; Mü'minün, 23/12; Saffat, 37/11; Rahman,
55/14.
244 Sakıp Yıldız, Kur'an Işığında Yaratılış Konuları, s. 58.
245 Müminun, 23/12-14
246 Müminun, 23/12-14
247 Hacc, 22/5.
248 Mü'min, 40/67.
249 Abese, 80/17-20.
250 İnsan, 76/2.
251 Muhammed Ali el-Bar, Halku'l-İnsan Beyne't-Tıbbi vel-Kur'an, s.133, B.6, Suüd 1986; Bazı yorumcular "Nutefetun emşaç" 'ı, testiküller, sperma keseleri, prostat ve sidik yolarmm salgıladığı ifrazattan oluşan meni şeklinde açıklamışlardır. Maurice Bucaılle, Kitab-ı Mukaddes Kur'an ve Bilim, s.299, Trc. Suad Yıldırm, İzmir 1981.
252 a.g.e.,s. 110
253 Kıyame, 75/37.
254 Kıyame, 75/36, 37.
255 Vakia, 56/58,59.
256 Necm, 53/46. '
257 Bar, s 20.
258 Hacc,22/5.
259 Mü’minün, 23/12-14.
260 Kıyame, 75/36, 37,38.
261 Mü'min, 40/67
262 Alak. 96/1.2.
263 The Holy Qur'an, Wıth Englısh Translatlon, Ali Özek, Nureddin Uzunoğlu ve diğerleri, s.596, 3. B. İst. 1996, İlmi Neşriyat, ; Interpretatıon of The Meanings of The Noble Qur'an, Muhammed Muhsin Khan - Muhammed TaQi-ud-dın al Hilali, B.12, 1995, Darusselam
264 Süleyman Ateş, Kur'an-ı Kerîm ve Yüce Meali, s. 597, Ankara 1983, Kılıç Kitabevi,
265 Kur'an-ı Kerîm ve Türkçe Açıklamalı Meali, s. 596, (Komisyon) Medine-i Münevvere 1992, Kral Fahd Basım Kurumu,
266 Bar, s. 162
267 Bar, s.202.
268 Bar, s.204; Desidua (gebelik rahim iç zarına verilen isim) sadece implantasyon (rahme aşılandığı yer) bölgesinde vasküler reaksiyon (kan damarları ile değişim) vuku bulur. 9.5 günlük embriyonun 2/3 ü implante olmuş; yani rahme gömülmüştür.Implantasyon yeri ufak bir kırmızı leke olarak görülür.Embriyo 12.5 günlük oldıığıında gebelik ürünü, implantasyonunu tamamlamış embriyonun etrafında Lakünler matemal (anneye ait kanla) dolmuştur. Muhammed Ali el-Bar, Kur'an-ı Kerîm ve Modem Tıbba Göre insanın Yaratılışı, s. 85, Trc.: Dr. Abdulvehhab Öztürk, Anakara 1996, T.D.V.Y.
269 Maurice Bucaille, Kitab-ı Mukaddes Kur'an ve Bilim, s.295
270 Bar, s.205.
271 İbnAşür,XXX/438.
272 Bkz., Müslim, Kitabu'l-Kader, l/ 4783; Buharî, Kitabu'l-Enbiya, l/ 8; Tirmizî, Kitabu'1-Kader. 4/2137.
273 Bar, s.210.
274 a.g.e-.s. 113.
275 Mü'minün, 23/12-14
276 Kur'an-ı Kerîm ve Modem Tıbba Göre insanın Yaratılışı, s. 113.
277 Kitab-ı Mukaddes Kur'an ve Bilim, s. 305, 306.
278 Ğafir, 40/ 57.
279 Zemahserî, Ebu'l-Kasım Carullah Mahmud b. Ömer, el- Keşşaf an Hakaikı't-Tenzîl ve Uyuni'l- akavîi fî Vücudi't- Te'vîl, s.223. Daru Alemi'l- Ma'rife,
280 Kurtubi, xx/119
281 İsra, 17/70.
3. AYET (ALLAH'IN KEREMİ)
Oku. Rabb'in en büyük kerem sahibidir.
Üçüncü ve birinci ayetin başlangıcında “ İkra ”kelimesi vardır.
Tekrarın gerekçesi için değişik yorumlar yapılmıştır.
a- Birinci ayetteki "oku emri" ile Resulün kendisine, üçüncü ayetteki ile Resulün
başkasına okuması, risaleti tebliğ etmesi emredilmiştir. [2][282]
b- Birinci oku emri namazda okıı manasında, ikincisi ise namaz haricinde oku, veya birinci emir, öğrenmek, ikinci emir öğretmek manasındadır. [3][283]
c- İkinci oku emri, birinci emrin tekidi dir ve cümle burada bitmektedir. “ Ve Rabbükel Ekrem ”cümlesi ise yeni bir başlangıçtır. [4][284]
d-İkinci okuma emri, Resül'de okumanın meleke alışkanlık haline gelmesini temin etmek içindir. [5][285]
e- İkinci okuma emri, “ Ünsiyeti ”meydana getirmek için tekrarlanmıştır.[6][286]
Bütün bu görüşleri incelendiğinde söylenenlerin birbirine yakın şeyler olduğu görülmektedir. Ne var ki, "birinci emir kendisine, ikincisi tebliğ için" şeklindeki Razî'nin görüşü, gerçekle örtüşmemektedir. Zira vahyin ilk ayetleri olan bu emirlerin ikisi de direk Resuledir. Tebliğ dönemi henüz başlamamıştır.
"Namazda oku emri" görüşü de uygun değildir. Çünkü namaz daha sonraları farz kılınmıştır, "okumada meleke kesb etmesi" yorumu da ayetin konumuna uygun düşmemektedir. Zira Resul vahiy ile ilk defa karşılaşmıştır. Meleke kesb etmesi bir yana, ilk etapta olayın şokunu yaşamaktadır.
Müfessirlerin kendilerini "ikinci oku emrini birincisiyle bağlantı kurmaya mecbur hissetmeleri", onları böyle değişik yorumlara yöneltmiştir. Halbuki her ayeti kendi kalıbında tüm olarak ele alırsak ayetlerde tekrar olmadığını, çok değişik manaları ihtiva ettiğini görülecektir.
Buna göre: Birinci ayette Resul, Allah'ın kendine vahy ettiklerini okumaya davet edilmektedir. Okuyacaktır, Zira vahy, Yaratan tarafından gelmektedir. Bu vahy, ne bir şair sözüdür, [7][287] ne kahin uydurmasıdır, [8][288] ne de şeytanın vahyidir.[9][289]
Üçüncü ayette ise Resul, Yüce Rabbinin fazlının ne kadar geniş olduğu, kereminin ne kadar fazla olduğunu ve ancak o Rabbin ibadete layık olduğunu hissederek okuması emredilmektedir.
"Rabbin en büyük kerem sahibidir."
“ el-Ekrem ” en büyük kerem sahibi demektir. Allah'ın keremine yetişecek hiçbir kerem sahibi yoktur. Allah'ın bahşettiği nîmetler sonsuzdur, saymaya gelmez. [10][290] Yüce Allah, keremini ya bizzat ihsan edecek ya da ona giden yolları sebeplerle kolaylaştıracaktır.[11][291]
Müfessirler “ el-Ekrem ” sıfatının münasebetini kurmak için değişik yorumlar ileri sürmüşlerdir.
a- O Allah en büyük kerem sahibidir. Resul'un okuduğu her harf için on sevap verecektir. Mana: "Sen başka bir gaye için değil, ancak benim için oku. Ben sana aklının alamayacağı kadar mükafat vereceğim." şeklindedir.[12][292]
b- Sen Ey Resul, kerîmsin, ancak ben senden de kerîmim. Benim keremim en büyüktür. Zira benden başkaları bir ikram yaptıklarında menfaat, medh, sevap gibi karşılık beklerler. Ben ise ikramımı, sırf ikram olsun diye yapıyorum.[13][293]
c- Rabb'in Ekrem'dir. Çünkü bütün keremlerin ilk çıkış noktası ondadır.[14][294]
d- Rabbin Ekrem'dir. Zira kulların cehaletine karşı müsamahakardır. Onların cezasını vermekte acele etmez.[15][295]
e- Rabbin Ekrem'dir. O'nun ekremiyeti; Zatında, vasıflarında, yaptığı işlerdedir. Yapmış olduğu yaratma (Halaka) ve öğretme (Alleme) tamamen kendi kereminden, iyiliğinden ve ihsanındandır.[16][296]
Allah-u Teala'nın yalnız bu ayette kullanmış olduğu elif lamlı “ el-Ekrem ” "sıfatını yukarıdaki görüşlerle sınırlamak yetersizdir. Nitekim Allah'ın Kerem'i zikredilenlerin hepsinin üstündedir.
Yüce Allah bu sıfatı bazen kendisine isim olarak bazen de zatına bir vasıf olarak kullanmıştır.[17][297] İnsanların “Kerim-Ekrem ” sıfatlarını Allah hakkında izafi olarak karşılaştırmaları her zaman eksik ve yetersiz kalacaktır.
Yüce Allah'ın bu ayetlerde vermek istediği mesaj; “Ancak kendisinin ibadete layık olması ve böyle bir Rabb'in ismiyle okumayı emretmesidir.”
Dipnotlar
282 Fahreddîn er-Razî.et-Tefsîru'l Kebîr, XVI/ 17 (Cüz 32), B.l, Beyrut 1990, Darul - Kütübü'l- İlmiyye.
283 a.g.e., aynı sayfa.
284 Alüsî, XXX/ 119; Muhammed Tevfik Ubeyd, Tefsiru Cüz-i Anune, s. 123, Dimeşk 1952, el-Mektebetu'l- Arabiyye,.
285 Ahmet Mustafa el-Merağî, Tefsîru'l-Merağî, XXX/ 199, Mısır 1974, Halebî; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5951.
286 Cemel.IV/ 561.
287 Hakka, 69/41.
288 Hakka, 69/42.
289 Tekvîr, 81/25.
290 İbrahim, 14/34.
291 et-Teberessî, XIX/ 514.
292 Razî,XV1/17
293 a.g.e., s.l7
294 a.g.e., s.l7
295 Kurtubî, XX/ 119; Bursevî, X/ 473.
296 Kasımî, Mehasinu't-Te'vîl, XVII/ 6210,Tahrîc: Muhammed Fuad Abdulbakî.
297 Mü'minün, 23/116; Neml, 27/40; İnfitar 82/6.
.AYET (KALEMİN ÖNEMİ)
O, (insana) kalemle (yazmayı) öğretti.
Ayetin kendinden önceki ayetlerle bağlantısı şu şekildedir:
Yüce Allah, birinci ve ikinci ayetlerde kudretinin yüceliğine, hikmetine ve rahmetine delalet eden aklî delillere dikkat çekmiştir. Dördüncü ayette ise, ancak duymakla elde edilecek yazılı hükümlere dikkat çekilmiştir, îlk ayetlerde Rububiyeti tanımaya, bu ayette ise Nübüvveti tanımaya işaret edilmiştir. Rububiyeti tanıma ilk etapta zikredilmiştir. Çünkü O'nu tanımak için nübüvveti tanımaya ihtiyaç yoktur. Nübüvveti tanımak, ancak rububiyeti tanımakla elde edilmektedir.[18][298]
Allah-u Teala ilk üç ayette kendisi için iki vasıf zikretmiştir. Bunlar, "İnsanı Alak’tan yaratmak" ve "Kalemle Öğretmek"tir.
Alakadan yaratmak ile kalemle öğretmek arasındaki bağlantı şu şekildedir: Alaka, varlık aleminin en alt kademesinde bulunan bir nesne, ilim ise, mertebelerin en yükseğidir. Sanki Allah'u Teala şöyle demektedir:
"Sen, mertebelerin en düşüğü (alaka)'dan en kıymetli mertebeye (ilim)'e yükselmiş bulunuyorsun. Bütün bu işleri yapan zat ibadete en layık olanıdır. Yoktan var etmek, yaratmak, rızık vermek. Kerem ve Rububiyyettir. Bunun ikramı ise, sana ilimin verilmesidir. Zira ilim mertebelerin en şereflisidir.[19][299]
Seyyit Kutup, ayetler arası bağlantı ve ilmin kaynağı konusunda şöyle demektedir: "Resul (s.a.v.) ile Mele-i A'la'nın bağlantısı kurulur kurulmaz ve kendisi için seçilen dava yolunda ilk adım atılır atılmaz, Allah, Peygamberi’ni adıyla okumaya yönlendirmiştir. "Yaratan Rabb'in adıyla oku." Ve hemen başlangıçta, Rabb'in yaratıcılık vasfına dikkat çekilmektedir. (ellezi Halak) Sonra insanın yaratılışı ve başlangıcı özelleştiriliyor. (Halakal insane min Alak) Gerçekten de insanın başlangıcı ile, varacağı sonuç arasında son derece büyük bir göç vardır. Ama Allah, Kadirdir, Kerîmdir. Bu yüzden o baş döndürücü bu gücü gerçekleştirmiştir.
Bu hakikatin yanı sıra, öğretme gerçeği de ortaya çıkmaktadır. Rab, insana kalemle öğretmiştir. Çünkü kalem eskiden olduğu gibi bugün de insan hayatında, en yaygın en derin öğretim vasıtalarından biridir. Bu gerçek o zamanlarda günümüzdeki kadar ortaya çıkmamıştı. Ama Yüce Allah kalemin kıymetin!, ehemmiyetini bildiği için beşeriyetin ve en son risaletin başlangıcında daha ilk sürede, ilk ayetlerde bu gerçeğe işaret etmiştir. Halbuki bu risaleti getiren Peygamber (s.a.v.), yazabilen birisi değildi. Şayet Resulün söylediği bu sözler, bir vahy ve bir risalet ifadeleri olmasaydı bu gerçekler daha ilk andan itibaren ortaya çıkamayacaktı.
Sonra, ayeti kerîme bilginin kaynağının Allah olduğunu, insanın, bildiği şeylerin tümünü o kaynaktan aldığım, bu varlık aleminde açılan her esrarın -kendi hayatında ve nefsinde tecelli eden her sırrın- O'nun eseri olduğunu, eşi bulunmayan kaynaktan doğduğunu ifade ediyor.
Resulün Mele-i A'la ile bağlantı kurduğu ilk anda nazil olan bu tek bölümle, geniş bir iman düşünce kaidesi ortaya konulmuştur.
Her şey, her hareket, her adım ve her iş Allah’ın adıyla ve Allah adına başlar. Allah'ın adıyla başlar ve Allah'ın adıyla yürür ve O'na yönelir, O'na varır. Allah, O'dur yaratan, O'dur öğreten. Başlangıç ve ilk yaratma O'ndandır. Öğretme ve bilgi O'ndandır. însan, öğrenebildiğim öğrenir ve öğretebildiğini öğretir. Bütün bunların kaynağı, yaratan ve öğreten Allah'tır." [20][300]
“el-Kalem” lafzı kendisiyle yazılan şeylere denir. Buna göre, ayetin yorumu şu şekilde yapılmaktadır, "însana kalemle yazı yazmayı öğretti." [21][301] Kalem'in çoğulu “ Aklam ”dır. Kök olarak; " Bir miktar kesmek, budamak, yontmak, ülke, bölge, mıntıka, yazı, kumar oku, stil gibi manalara gelmektedir. Yazı yazdığımız kalem, kendisinde yazma işlemi, kademeli olarak gerçekleştiği için bu isim verilmiştir. [22][302]
Kalem Lafzı, Kur'an-ı Kerim'de, tekil [23][303] ve çoğul olarak iki defa zikredilmiştir.[24][304]
Dil bilimin de isim yapmış Ferra, Ebü Ubeyde, Zemahşerî gibi bilginlerin hiç biri bu kelimenin aslına temas etmemişlerdir. Günümüz Arap Dili Araştırmacılarından G.Bergstrassen'ya göre. Kalem lafzı ilk zamanlardan beri, Yunanca’da "Kalamos", Habeşlilerde "Galam" şeklinde kullanılıyordu. Yazma olayı Arap ülkelerinde yaygınlaşmaya başlayınca, Araplar, Yunan dilinden bu kelimeyi alıp kendi dillerine ithal etmişlerdir. Yahut Habeşliler, Yunanlılardan, Araplar da Habeşililerden almışlardır. [25][305]
Saîd (Katade)den rivayet ettiğine göre: Kalem Allah-u Teala'nın büyük bir nimetidir. Şayet kalem olmasaydı ne din ikame edilirdi, ne de yaşantı olurdu. [26][306]
Mücahid'in rivayetine göre: Allah Teala dört şeyi eliyle yaratmıştır. Diğerlerini is ”Kün-Ol” demiştir ve onlar da oluvermiştir. Bu dört şey: Kalem, Arş, Adn Cenneti ve Adem (a.s.) dır.[27][307]
İbni Cevzî, Kalem süresini tefsir ederken bu konu için özel bir bölüm ayırmıştır. Bölümün sonunda kalemleri mertebe ve şerefine göre sıralama yapmıştır:
1- Mahlukatın kaderim yazan kalem.
2- Vahyi yazan kalem.
3- Fıkıh-İslam hukukçularının ve müftülerin kalemi.
Bunların devamında Cevzî şunları zikretmiştir. "Tıpla alakalı bilgileri yazan kalem, Müslüman liderlerin imza için kullandığı kalem, malları hesaplamak için kullanılan kalem, hukukçuların karar vermek için kullandıkları kalem, hakkı korumak, yardımcı olmak için yapılan şahitlikte kullanılan kalem, rüya tabirlerinde kullanılan kalem, tarih yazan kalem, edebiyat yazan kalem. [28][308]
Bursevî ise, " Bu ayette en yüksek kaleme işaret vardır ki, bu da; Varlık aleminin ilk mevcudu olan Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ruhudur", şeklinde mistik bir yorum yapmıştır.[29][309]
Kurtubî, tefsirinde "Büyüklerimizin dediklerine göre kalemler aslında üç türlüdür:
a- Allah-u Teala'nın kendi eliyle yarattığı ve yaz diye emrettiği kalemdir. Rivayet edildiğine göre;"... Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir..." [30][310]
b- Meleklerin yazdığı kalem. Bu kalemle insanların işlediği amelleri yazarlar. [31][311]
c- insanların kullandığı kalemler." şeklinde bir yorum yapmıştır. [32][312]
Bu görüşlerin birincisinde Allah'ın kudret ve azametine dikkat çekilmiştir. Kaza ve kaderde bu kalem büyük rol oynamaktadır. Varlık aleminde bütün olanlar ve olacaklar bu kalemle tespit edilmiştir. İkinci görüşteki kalem ise, dünyada yapılan amellerin kayıt ve tescilini ifade etmektedir. Kişilerin yaptığı işler melekler tarafından kalemle tespit edilecek, kıyamet günü bir kitap şeklinde insana sunularak" Kitabını oku" [33][313] diye nida edilecektir.
Yukarıda zikredilen görüşlerden ilk ikisinin ayetle bir bağlantısı olmadığı açıktır. Üçüncü görüş ise ayette zikredilen kaleme en uygun olan görüştür.
Kalem, eski çağlarda, kamalarla taşlara yontma kemiklere ve derilere yazmayla gerçekleşiyordu. Günümüzde ise, kağıtlara disketlere gerek klavye yoluyla bazen de hiç yorulmadan scanner yoluyla gerçekleşmektedir. Ama neticede bir şeyler okunmakta ve okutulmaktadır. İslam dininde tasvir yasaklanırken yazının yüceltilmesi ve kutsî bir anlam kazanması, medeniyet tarihinin belki de en ilgi çekici gelişmelerinden birine sebep olmuştur. Yazılı küçük bir kağıt parçasının bile ayak altında kalmasına razı olmayarak yerden hürmetle alıp yüksekçe bir yere koyan Müslüman’ın tavrı, şüphesiz, yazıyı eşsiz bir ifade vasıtası haline getiren sanatçı tavrının bir başka tezahürüdür. Hattatlık hakkında önemli bir eser yazan Nefes zade İbrahim, kalemin fazileti için Allah'ın ona kasem buyurmuş olmasının yeterli olduğunu söyler. " Nun. Kaleme ve kalemle yazdıklarına and olsun." [34][314]
Dinin gereği olarak figürden kaçan Müslüman sanatçının, yazıyı aslî fonksiyonu dışında, apayrı bir ifade vasıtası olarak kullanmasına yol açmıştır. Arap alfabesi bunun için Müslüman sanatçının tükenmez kaynağı ve şekil repertuarı haline gelmiştir. Harflerin tabiattaki şekillerle doğrudan veya dolaylı hiçbir ilgilerinin bulunmaması, onun, tecessüsünü hür olarak yazıya yöneltmesini sağlamış ve bundan benzerim başka bir medeniyette görmediğimiz, bütünüyle İslam medeniyetine has bir ifade biçimi doğmuştur. Yine bunun için, tekniği prensipleri, metotları en ince ayrıntılarına kadar tespit edilen tek sanat kolu belki de yazıdır. [35][315]
“ellezi Alleme bil Kalem-O (Allah), kalemle (yazmayı) öğretti ”
Acaba ayetin muhatabı kimdir? Yani Allah kime yazmayı öğretmiştir? Bu konuda yorumlar farklıdır. [36][316]
1- Adem (a.s.) dır. Çünkü ilk yazan kişi odur. Bu rivayet, Ka'bul Ahbar'dan rivayet edilmiştir.
2- İdris (a.s.) dır. Bu görüşü Dahhak rivayet etmiştir.
3- Bütün yazanları kapsamaktadır.
İleri sürülen bu görüşlerin dayandıkları ana nokta, ayette geçen"Alleme" fiiline ikinci veya üçüncü mefül arama çabalarıdır.
Müteaddî olan “Alleme” fiilini lazım konumunda olursa bu görüşlere gerek kalmayacak ve mana daha sağlıklı olacaktır. "O, kalemle öğretti" şeklinde anlaşılan mana, birtakım eklemelerle yapılacak yorumlardan daha sağlıklı olacaktır. [37][317]
Burada bir konuya dikkat çekmek gerekmektedir. Tefsir kitaplarının en büyük handikabı olan Dahîl-İsrailiyyat, araştırmamızı yaparken çokça önümüze çıkmaktadır. Bu konuda titiz davranarak bu görüşleri delil olarak çalışmamıza koymuyoruz. Ancak bu uydurma görüşlere dikkat çekmemiz de gerekmektedir.
Mesela bu ayetle alakalı bazı tefsir kitaplarında İbni Mes'ud'dan olduğu iddia edilen bir rivayete göre Resul, şöyle söylemiştir: “Hanımlarınızı çardaklara bırakmayın, onlara yazmayı da öğretmeyin.” [38][318]
Yazmayı öğretmemeye sebep olarak da "okumayı öğrenirse gönlünün çektiğine mektup yazacak, böylece fitneye sebep olacaktır" şeklinde yorum yapmışlardır. Fitnenin cehaletten geldiği bilinen bir gerçek iken böyle bir yorumu ileri sürmenin vebali çok büyüktür.
Dipnotlar
298 Razî,et-Tefsîru'l-Kebîr, XVI/ 17.
299 a.g.e.. Aynı sayfa; Bursevî, X/ 474.
300 Fi Zilali'l- Kur'an, VI/ 3938 ve devamı.
301 Kurtubî, XX/ 120.
302 Lisanu'lArab, III/ 3729.
303 Kalem, 68/1 ;Alak, 96/4.
304 Lokman, 31/27;Ali İmran, 3/44.
305 Mahmüd Ahmed Nede, Luğatu'l-Kur'anu'l-Kerîm Fî Cüz-i Amme, s. 749, Beyrut 1981, Daru'n-Nahdatu'l - Arabiyye.
306 a.g.e.,s.749.
307 a.g.e.,s.749.
308 Binti'ş-Şatiî, II/ 23.
309 Bursevî, Tefsîru Ruhu'l-Beyan, X/ 473.
310 Kurtubî,el-Cami' li Ahkami'l-Kur'an, XX/ 121, Hadisin başlangıcı ve sonu vardır, bkz, Tirmizî,
Kader, 17/2155; Ebu Davut, Kitabu's- Sürme, Hadis No: 4700.
311 İnfitar.10.
312 Kurtubî, XX/ 121
313 İsra, 17/14.
314 Kalem, 68/ l; Beşir Ayvazoğlu, Aşk Estetiği, s. 127, İst. 1993, Ötüken.
315 a.g.e., s. 128.
316 Kurtubî, XX/ 121.
317 a.g.e.,aynı sayfa.
318 Cemel, IV/ 562; Kurtubî, XX/ 121.Yaptığımız araştırmalarda Kütübü Tis'a da bu rivayete rastlayamadık.
5.AYET İLMİN MUHATABI
“O insana bilmediğini öğretti.”
Müfessirler bu ayetin, kendinden önce geçen ayetten bedel olduğunu söylemişlerdir. Buna göre mana, "Allah insana kalemle yazmayı ve başka bilmediği birçok şeyleri de öğretmiştir."
Bir önceki ayette, öğretme olayının kaynağı Rabb'e ait olduğu tescil edilmiştir. Bu ayette ise öğretilen ilmin muhatabı tespit edilmektedir.
“Alleme” fiilinin bu ayetteki konumu iki mef’ul almaya yöneliktir. Zira mef’ullar ortadadır.
İlk meful olan "el-İnsan" ın kim olduğu hakkında çeşitli görüşler vardır.
1- Adem (.a.s.) dır. [39][319] Zira Allah O'na eşyanın bütün isimlerini öğretmiştir. [40][320]
2- Resul Muhammed (s.a.v.) dır. [41][321]Nitekim başka bir ayette kendisine “(Allah) sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir " buyrulmuştur. [42][322]
3- Genel olarak tüm insanlığa şamildir. [43][323]Ayette, Allah sizi analarınızın karnından çıkardığı zaman hiçbir şey bilmiyordunuz.[44][324] buyrulmuştur.
Bu görüşler içinde üçüncü olarak zikredilen görüş tercihe en uygunudur. Kur'an ayetlerinde hususî hitap zikredilmediği müddetçe genele yönelmek. Kur'an'ın davetine daha uygundur, İkinci ayette “Alak”tan'tan yaratılan insan kim ise, beşinci ayette Allah'ın öğrettiği insan da aynıdır. Bütün insanlar alaktan yaratılmış ve bütün insanlara bilmedikleri şeyler öğretilmiştir.
İkinci meful ise “Ma lem Ya’lem” dir.
"Bilmediği şeyler" ifadesi: tüm ilimlere şamildir.İnsanoğlu ana kanundan hiçbir şey bilmez olarak dünyaya gelmiş, [45][325] sonra bilmediği şeyleri öğretmiştir. [46][327] İnsanın elde ettiği ve edeceği bütün ilimlerin çıkış noktası ve ana kaynağı Allah-u Teala'dır.
Ayette ince bir gönderme ile "Resül'un kaleme ihtiyacı olmadan da okutulacağı ve öğretileceğine dikkat çekilmiştir. [47][328] İnsanı alaktan yaratan ve ona bilmediklerini kalemle öğreten Ekrem Zat için, Mevhubî olan risalet müessesesini -kalemle yazmasını bilmeyen- bir kula bahşetmesi ve ona bilmediklerini öğretmesi gayet mantıklı ve basit bir iştir.
Bu ayette Hz. Peygamber (s.a.v.)'in okumak için yazmaya ihtiyacı olmadığı zımnen anlatılmıştır. Bu meyanda akla: Resul'e Nübüvvet geldikten sonra kalem ile yazmayı öğrenmesi gerekmez miydi? gibi bir soru gelmektedir. Kur'an'da geçtiği üzere "Sana (Kur'an'ı) okutacağız ve sen onu unutmayacaksın [48][329] buyrulmuştur. [49][330] Bu ayet aynı zamanda Allah-u Teala tarafından bir garantidir. Vahiy müddetince Resul kendisine gelen vahyi yazmasa bile unutmayacaktır. Ancak yüklendiği emaneti ümmetine taşıması için vahiy katiplerine ayetleri tescil ettirmiştir.
Akla şöyle bir soru da gelmektedir. Acaba Resul, kendisi yazmamakla birlikte, yazılanı okumayı nübüvvetten sonra da mı bilmiyordu? Bu konuda meşhur olarak bilinen, nübüvvetten sonra da Resul okumayı bilmiyordu. Nitekim Hudeybiye anlaşmasında yazılan bir kelimeyi silmek için, hangisi olduğunu Hz. Ali'ye sormuştur. Ancak Şifa kitabında geçtiği üzere, katibi Hz. Muaviye'ye; "Divite mürekkep koy, kalemi yan kes, "Be" harfini uzat, "Sîn" harfini farkettir, "Mîm" harfini körletme, "Allah" (lafzını) tahsîn, "er-Rahman" (lafzın)ı med, "er-Rahîm" (lafzın)ı tecvîd eyle." mealindeki Besmelenin hattı için kullandığı tabirlerden yola çıkarak yazıyı bildiği de söylenmiştir. [50][331] Bu rivayet mantıklıdır. Ancak bu tarifleri vahy-i ilahî ile yapabileceği gibi, yirmi üç sene Kuran’ı, okumak-yazdırmak vazifesi olan bir zatın bu müddet zarfında yazmayı da öğrenmiş olması mümkündür. Ancak ortada bir gerçek vardır. Resul'ün, nübüvvet inene kadar okuma-yazmayı bilmediği kesin delillerle sabittir.
"(Ey Muhammed) sen bundan önce bir kitap okumuyordun. Elinle de O 'nu yazmıyordun. Öyle olsaydı o zaman (Allah'ın sözlerini boşa çıkarmaya çalışan) iptalciler, kuşkulanırlardı, (ama şimdi ne diye şüpheleniyorlar). [51][332]
Nübüvvetten sonra okuma yazma bilmesi ise, iptalciler için şüphe kaynağı değil, te'yid olurdu. Fakat bilfiil yazmadığı ve başka bir kitap mütalaa etmediği kesindir.
Dipnotlar
319 Kurtubî, XX/ 122.
320 Bakara, 2/31
321 Kurtubî, XX/ 122.
322 Nisa, 4/113.
323 Kurtubî, XX/ 122.
324 Nahl, 16/78
325 Nahl, 16/78.
326 Alak, 96/5.
327 Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5952.
328 A'la, 87/ 6.
329 Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5952.
330 a.g.e., s. 5953.
331 Ankebüt, 29/48.
332 İbni Aşür, XXX/ 444.
6- 15 AYETLER (İNSANIN AZGINLIĞI)
“Hayır, (Rabbinin bu kadar iyiliğine rağmen yine) insan azar; Kendini zengin (kendine yeterli) gördüğü için. Dönüş Rabbine dir. (O, insanın hesabını görecektir.) Gördün mü şu men edeni: Namaz kılarken bir kulu (namazdan)? Gördün mü ya o (kul) doğru yolda olur. Yahut kötülüklerden sakınmayı emrederse? Gördün mü, ya bu (adam, hakkı) yalanlar yüz çevirirse? Allah'ın gördüğünü bilmiyor mu ?”
Bir insan tiplemesi olan azgınlıktan bahseden bu ayetler, daha sonra zikredilecek 9-19. ayetler için bir nevi mukaddime niteliğindedir.[52][333]
Bu ayetlerin ilk beş ayetten bir müddet sonra indiği kesin bir gerçektir. Bu kısım, davette bir takım merhaleler aşıldıktan sonra inmiştir. [53][334] Son ayette geçen, namaz-secde olayı bu gerçeği ortay a çıkarmaktadır. [54][335] Namaz, İsra gecesi farz kılınmıştır. İsra olayı ise Bi'setten seneler sonra gerçekleşmiştir.
Sürenin ikinci kısmı her ne kadar seneler sonra inmişse de işlenen konular çok farklı olmasına rağmen ilk kısmıyla tam bir uyumluluk içindedir, insanoğlu kendisini yoktan yaratan, terbiye eden ve bilgilendiren Rabb'ine şükretmek zorundadır. Ne var ki insan kendini yeterli gördüğü an azacak ve şükrü unutacaktır.
Sürenin tümü okunduğunda bir bütün gibi gözükmekte, ahenkle hiçbir bozukluk göze çarpmamaktadır. Bu ise Kuran'ın mucîzesidir.
“Kella” nın kullanılışı:
Altıncı ayetin başlangıcında bulunan “Kella” Kuran'da otuz üç yerde geçmektedir. [55][336] Tamamı Mekki sürelerde geçen “Kella” lafzı, daha çok Resul'ü yalanlama iddialarına, ona yapılan düşmanlıklara karşı kullanılmıştır. Hatta bazı alimler, herhangi bir sürede “Kella” lafzını görürsen o sürenin Mekkî olduğuna hükmedebilirsin demişlerdir. Arap dilcilerinin genel görüşü de bu yöndedir.[56][337]
“Kella” için değişik kullanımlar zikredilmiştir.
1-Tehdid, korkutma ve men etmek. Bu tehdit, azarak Allah'ın ni'metlerini inkar edenler içindir. Daha önce bahsi geçmeyen bir şey için bu tehdidin kullanılması:
"korkutmada mübalağa" ifade etmek içindir. [57][338]
2- "Hakkan -doğrudur" manasındadır. Kesaî'nin görüşüdür. [58][339]
3- "Açılış için olan “Ela” manasındadır. Bu Ebu Hatim'in görşüdür.[59][340]
4- Doğrulama edatı olan “İy” manasınadır. Bu da Nadr'ın görüşüdür.[60][341]
5- Nefy manasında kullanılmıştır.
6- Tembih için kullanılmıştır. Kevaşî rivayet etmiştir [61][342]
Yukarıda zikredilen görüşler incelendiğinde her birinin kendine göre kullanım gerekçelerini görmekteyiz. Ancak 3.görüş olan “açılış manasında” kullanılması daha geçerli gözükmektedir. Zira yeni bir konu gündeme gelmektedir. Alak süresinin ilk ayetleri ile bu kısmın inmesi arasında seneler geçmiştir. [62][343] Diğer görüşlerde ise bazı uyumsuzluklar vardır. Mesela; "Korkutmak, menetmek" manasında kullanılması, uygun gözükmemektedir. Zira korkutulacak, men edilecek konu henüz geçmemiştir.[63][344]
“Hakkan” manasında kullanılması da irap açısından uygun görülmemiştir. Çünkü “Kella”dan sonra gelen cümle “İnne” ile başlamaktadır. “Hakkan “veya o manada olanlardan sonra gelen cümlelerde ise böyle bir kullanım uygun görülmemektedir.[64][345]
“İnnel-insane Le Yatğa -Muhakkak insan azar.”
Tuğyan, haddi aşmak,[65][346] büyüklenmek, böbürlenmek[66][347] manalarında kullanılmıştır.
Bu ayette böbürlenmenin ve haddi aşmanın çok bariz bir misali verilmiştir. Zira elinde güç kuvvet olmayan bir insanı, zorbalık kullanarak yaptığı ibadetten alıkoymak, böbürlenmeye kalkmak, insaf sınırlarını aşmaktır.
Bu ayette geçen “el-İnsan”ın kim olduğu hakkında iki görüş ortaya atılmıştır.
l-“el-İnsan”dan maksat, Ebü Cehîl dir.[67][348] Bu ayetler onun hakkında inmiştir.
2-“el-İnsan”dan maksat, insan türüdür. Azma olayı-tuğyan, potansiyel olarak insanın karakterinde vardır.
Ebü Cehîl’in yaptığı azgınlığı ondan önce de, sonra da günümüze kadar yapan kişiler bulunmuştur. Ebü Cehîl ve azgınlığı, türünün ne ilki ne de son örneğidir.Kur'an-ı Kerîm'de azanlarla ilgili bazı misaller verilmiştir. Firavn, [68][349]Ad ve Semud,[69][350] Ehl-i Kitap,[70][351] Nuh'un kavmi,[71][352] azgın kişilik ve topluluklara misal olarak zikredilmiştir.
“ Leyatğa” kelimesindeki "lam" tekid için kullanılmıştır. Kur'an-ı Kerîm'de, kullanılan insan tiplemelerinin çoğu, özellikle "lamlı" olarak zikredilmiştir.
Mesela: " Muhakkak insan çok zalimdir.(le Zalum) çok nankördür.” [72][353]
"Muhakkak insan çok nankördür.(le Kefur) " [73][354]
Muhakkak insan apaçık bir nankördür."(le Kefurun Mubin) " [74][355]
İnsan, Rabb'ine karşı çok nankördür."le Kenud) "[75][356]
Doğrusu o malı çok sever. " (le Şedid) [76][357]
“Lamlı” kullanmada, "insanların dikkatini o konuya çekmek, konunun ehemmiyetini belirtmek ve olaydaki garipliği ortaya koymak" gayesi güdülmektedir. [77][358]
Razî bu ayetin tefsirini yaparken "lamın" tekid için olduğunu zikreder ve özellikle bu makamda "lam"ın kullanma sebebi olarak bir takım yorumlar yapar. Yorumunda Firavn ile Ebü Cehîl'i karşılaştırmaktadır. Firavn da Ebü Cehîl gibi Kur'an-ı Kerîm'de azgınlar gurubunda zikredilmektedir. Ne var ki, Firavn'un azgınlığını bildiren ayette böylesine bir tekid lamı kullanılmamış “İnnehu Yetğa” ibaresi kullanılmıştır. [78][359]Buna göre Ebü Cehîl azgınlıkda, Firavn'ı bile geride bıraktığından onun azgınlığını bildiren kelimenin başına tekid için kullanılan "lam" getirilmiştir.[79][360]
“en reahu’stağna” Azgınlığın sebebi:
Ayette azgınlığa sebep olarak "kendini (kendine) yeterli görme" olgusu zikredilmiştir.
Ayetin basında ta'lil için olan harf-i cer vardır. Ancak bu lam hazfedilmiştir. Yani, insanoğlu, mal ve mülk sahibi olduğunda bütün bu nimetlerin, Rabbi tarafından olduğunu unutarak, gerçek malikin kendisi olduğu vehmine kapılıp azgınlık kapısını aralamaktadır. Maldan mülkten, bilgiden doyum hali arttıkça o nisbette de azgınlık artmaktadır.
Kendini yeterli görme olayını yalnız mal ve mülkle sınırlamak gerçekçi bir yaklaşım değildir. Bu olay kişiden kişiye değişmektedir. Yeterli görme olayı, kiminde mal-mülk, kiminde çoluk- çocuk, kiminde makam- mevki, kiminde ilim olarak ortaya çıkmaktadır. Kişinin, kendisini yaratanına muhtaç görmemesi, böbürlenerek günahlara dalması, Allah'ın dinini onun emrettiği şekilde değil de kendi arzu ve hevesleri doğrultusunda yorumlaması, en büyük azgınlık ve kendini kendine yeterli görmektir.[80][361]
Azgınlık olayının potansiyel olarak insanda bulunması, tüm insanların bu halde olmasını gerektirmemektedir. Maldan, mülkten, bilgiden fazlasıyla nasibini alan fakat bunu böbürlenme ve azgınlık sebebi yapmayan nice insanlar, eskiden de günümüzde de mevcuttur. Bu konuda Süleyman (a.s) 'ı misal olarak gösterilmektedir. Süleyman (a.s) Kuran'da anlatıldığı üzere çok geniş bir mülkiyeti vardı. Ancak o, bu durumda hiç bir zaman kendini yeterli görüp Rabbi ni unutmamış ve şöyle dua etmiştir:
" Ey Rabbim bana ve anama-babama lütfettiğin nimete şükretmem!, senin beğeneceğin faydalı bir iş yapmamı gönlüme ilham eyle ve rahmetinle beni iyi kullarının arasına sok. " [81][362]
"Bu Rabbimin lütfün dandır. Lütfuna şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden kendisi için şükretmiş olur; nankörlük eden de (bilsin ki) Rabbim müstağnidir.(0nun şükrüne muhtaç değildir) Çok kerem sahibidir." [82][363]
Razî bu ayetle sürenin ilk kısmı arasında bir bağlantı kurar ve der ki: "Sürenin basında Allah'ın öğretmesi açısından ilim övülmüş, sonunda ise, mala şükür etmemek verilmiştir. Bu olay, dine ve ilme rağbet, dünya ve maldan nefret etmek için yeterlidir." [83][364]
Kurtubî bu ayetin tefsirinde İbni Abbas'ın bir rivayetini zikretmiştir.
" Ebî Salih'in İbni Abbas'dan rivayet ettiğine göre. Bu ayet inip de müşriklerin kulağına gidince Ebü Cehîl, Allah Resulü’nün yanına gelerek der ki: "Ey Muhammed, zengin olan kişinin azacağını zannediyormuşsun. Mekke dağını bize altın yap da biz ondan alalım, bakarsın azarız da kendi dinimizi terk ederiz, senin dinine gireriz. (Ravî derki), Cibrîl Resulün yanma gelerek dedi ki: Ey Muhammed, onları bu konuda serbest bırak. Şayet (böyle bir şey) dilerlerse istediklerini yapalım. Eğer Müslüman olmazlarsa, onlara Maide ashabına yaptığımızı yaparız. Onları helak ederiz. Resul (s.a.v.) kendi topluluğundan olan bu kişilerin İslam’ı kabul etmeyeceğini bildiği için ve onlara acıdığı için kabul etmemiştir.[84][365]
Muhakkak dönüş Rabb'inedir
“er-Ruc’a” kelimesi, “el-Merca’- er-Rucu’” kelimeleri gibi mastardır ve “fu’la” veznindedir.[85][366]
“İla Rabbike” Car ve Mecrurdur. “ er-Ruc’a” ise bunların (bağlı) olduğu yerdir. Car ve Mecrur'un öne alınması, olayın ne kadar önemsendiğini göstermek ve dikkatleri çekmek içindir. Takdime göre mana; Dönüş, ancak ve muhakkak Rabb'inedir. [86][367] şeklindedir.
“er-Ruc’a” kalıbında dönüş ifadesi, Kur'an-ı Kerîm'de yalnız bu sürede kullanılmıştır.
Ayette tuğyanın akıbeti direk olarak zikredilmese de, azgınlığın sonucuna bir gönderme yapılmış, insanoğlu bu çirkin işten dolayı tehdit edilmiştir.[87][368]
Ayette hitap, zahiren Resuledir, hakikatte ise tuğyan edenleredir. Yani dönüş O'nadır, O'ndan kurtuluş yoktur. Onun için kişi, hangi konumda olursa olsun kendini zengin saymamalı tuğyandan sakınmalıdır.[88][369]
“er-Ruc’a” nın ifade ettiği mana daha çok kıyamet gününe yöneliktir. Kuran’da aynı kökten gelip, aynı konuyu inceleyen birçok ayet vardır.
Bakara süresinde "Şu günden sakının ki, o gün (hepiniz) Allah'a döndürüleceksiniz” buyrulmuş. [89][370]
Casiye süresinde "Kim iyi bir iş yaparsa faydası kendisinedir ve kim kötülük yaparsa zararı kendisinedir. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz''. [90][371]
Maide süresinde "Hepinizin dönüşü Allah'adır. [91][372] Bu ayetleri çoğaltmamız mümkündür. [92][373]
Saffat süresinde dönüşten maksadın, "Hesaba çekilmek,cehenneme girmek" olduğu daha açık bir ifade ile belirtilmiştir. "Sonra dönüşleri elbet cehennemedir.[93][374]
Böylece Resul'e ve O'nun şahsında tüm insanlığa hitap edilerek, azgınların neticede dönüp dolaşacakları yer Yüce Allah'ın divanı olduğu, orada hesaba çekileceği ve cezasını çekeceği bu ayette anlatılmış oluyor.
Gördün mü şu men edeni. Namaz kılarken bir kulu.
Bu ayetlerde Yüce Allah, altıncı ayette zikredilen azgınlık için somut bir örnek veriyor. Ayette hitan Resül’e dir. Hakkında konuşulan, alıkoyan kişi ise Ebü Cehîl'dir.
Ebü Cehil azgın bir tavırla "Eğer Muhammed'in Kabe'de namaz kıldığını görürsem muhakkak onun boynunu çiğnerim "demişti. [94][375] Ardın da bu ayet inmiştir. Ayet her ne kadar Ebü Cehil hakkında inse de genele şamildir.[95][376] Müslümanları namazdan alıkoyan, Allah'ın emrettiği gibi kulluk etmek isteyenleri ibadetlerinden alıkoyan her kimse için geçerlidir.
Resül'e olan hitab taaccüb (hayret) içindir.
Taaccübün içeriği hakkında, Razî değişik yorumlar yapmıştır.[96][377]
a- Peygamber (s.a.v.), îki Ömer'den birisi ile İslam'ı kuvvetlendirmesin!, Allah'tan isteyip dua etmişti. îki Ömer'den birisi Ebü Cehîl, diğeri ise Ömer b.Hattab idi. Buna göre hitap, şu manadadır. " Ey Resulüm! Bunun gibi birisi ile mi (Ebü Cehîl kasdediliyor) islam'ı takviye edeceksin? Namaz kılarken bir kulu namazdan men eden bir kimse ile mi islam'ı (müslümanlan) takviye edeceksin"
b- Ebü Cehîl'in esas lakabı Ebu'l-Hakem idi. Allah'u Teala sanki şöyle demektedir. "Namazdan men eden kimse nasıl böyle bir lakaba layık olur?"
c- Bu ahmak ( Ebü Cehîl) emrediyor, men ediyor, yaratan olmadığı halde herkesin kendisine itaati gerekli zannediyor, sonra da Rabb'e itaat etmekten insanları alıkoyuyor.
Bu üç görüşten "Rabb'e itaat etmekten alıkoyma" açıklaması, taacübü en iyi şekilde açıklamaktadır. Zira kişinin inandığı bir Rabb'i, bir inanç sistemi ve bunun bir takım gerekleri vardır. Bu gerekleri yerine getirmeye çalışan bir kimseyi men etmek gerçekten şaşılacak bir şeydir. Diğer görüşler ise ayetin siyakına pek uymamaktadır. Nitekim, cahiliyye döneminde Ömer'in, Ebü Cehîl'den az kalan bir tarafı yoktur. Kendisi Resül'ü öldürmeye gelirken, İslamla müşerref olmuştur.
Künyesi ile alakalı ileri sürülen taaccüp görüşüne, Kur'an ayetlerinden herhangi bir destek bulmak mümkün değildir.
“ Ereeyte’” nin manası :
Gerek bir Meful, gerek iki Meful alan “ ereeyte” "baksana, haber ver" gibi manaları kapsamaktadır.
Ayetteki soru edatı, istifham veya istihbar olmayıp, asıl maksad, mevzu bahis olan konuya dikkatleri çekmek, kötülemek (takbîh), azarlamak (tavbih), veya hayret duymak (Ta'cip) için kullanılmaktadır.[97][378]
[98]Dipnotlar
333 Derveze, I/ 27; Fî Zilal, VI/ 3938.
334 İbni Aşur, XXX/ 443.
335 Muhammed Fuad, el-Mu'cem , s. 619.
336 Suyütî, Hem'u'1-Hevami'Şerh-u Cem'i'l-Cevami', II/ s.74, Kum 1984, Menşürat Rıda.
337 Bursevî, X/ 474 ; Alusî, XXX/ 182.
338 a.g.e., aynı sayfa
339 a.g.e., s. 75.
340 a.g.e., aynı sayfa.
341 Cemel, IV/ 562.
342 a.g.e., aynı sayfa.
343 a.g.e., aynı sayfa.
344 a.g.e., aynı sayfa.
345 Kurtubî, XX/ 123.
346 İbni Aşür, XXX/ 444; Razî, XVI/ s. 18.
347 a.g.e., aynı sayfa
348 Naziat, 79/17.
349 Fecr,89/11.
350 Maide, 5/64.
351 Necm, 53/52.
352 İbrahim, 14/34
353 Hac, 22/66.
354 Zuhruf, 43/15.
355 Adiyat, 100/6.
356 Adiyat, 100/8.
357 İbni Aşür,XXX/44.
358 Naziat.79/17.
359 Razî, XVI/18.
360 Binti'ş-Şatiî, II/ 25.
361 Neml, 27/19.
362 Neml, 27/40.
363 Razî, XVI/ 20.
364 a.g.e.,aynı sayfa.
365 a.g.e., s. 134.
366 İbni Aşür, XXX/ 446.
367 Razî, XVI/ 20.
368 Hak Dini Kuran Dili, VIII/ 5955
369 Bakara, 2/281.
370 Casiye, 45/15.
371 Maide, 5/48.
372 En'am, 6/60, 164; Yunus, 10/4, 23; Hüd, 11/4; Ankebüt, 29/8 ; Lokman, 31/15.
373 Saffat, 37/68.
374 Buharî, Tefsîru'1-Kur'an, Bab.4, Hadis no:l; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, Bab.85, Hadis no:3348,3349.
375 Razî, XVI/21.
376 a.g.e., aynı sayfa.
377 Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5955.
378 Nisa, 4/77.
Namaz kılarken bir kulu
" Abd " kul kelimesinin belirsiz (nekire) olarak zikredilmesi. Resul'ün, kullukta son mertebeye ulaştığını göstermektedir. Sanki şöyle denmektedir." O öyle bir kuldur ki, O 'nün kulluğuna ait vasıftan anlatmaya hiç kimsenin gücü yetmez."
Razî bu ayetin tefsirinde Peygamber (s.a.v.)'in kulluğuyla, ahlakıyla alakalı bir kıssa rivayet eder:
" Rivayete göre, Yahudilerin fasih konuşanlarından biri, Hz.Ömer'in hilafeti döneminde yanına gelir ve ona "Resul'ünüzün ahlakından bana haber ver " der. Ömer de git Bilal'a sor. O Resul’ü benden daha iyi tanır der. Bilal ise Yahudi’yi Fatma'ya, Fatma ise Ali'ye gönderir. Ali'ye aynı soruyu sorunca Hz.Ali ona der ki: " Sen bana dünyanın metalarını (nimetlerini) say, bende sana onun ahlakım anlatayım. Adam ise "bu kolay bir iş değildir" diye cevap verince. Ali, "Sen dünyanın Metaını saymaktan aciz kaldın. Halbuki Allah-u Teala, dünya metaının azlığına [99][379] ve "sen büyük bir ahlak üzerindesin" [100][380]Diyerek Resul'ün ahlakinin büyüklüğüne şehadet etmiştir. Ben sana Resul'ün ahlakını nasıl anlatayım. [101][381]
Allah-u Teala sanki şöyle demektedir: Ebü Cehîl kulluk açısından en değerli kimseyi kulluktan namazdan men ediyor. Bu olsa olsa ahmaklıktır.[102][382]
[103] Sürede okumaktan bahsedilirken namaza geçilmesi, namazda kıraaatın bir rükün olması ve namazın bütün ibadetlere esas ve dinin direği olması yönündendir. O halde bu ayetlerin inişi namazın farz kılınmasından sonradır.[104][383][105]
Kılınan namazın hangi vakit olduğuna dair tefsir kitaplarında net bir görüş yoktur. Ancak Alusî tefsirine şöyle bir rivayet almıştır :
Ebü Hayyan'ın naklettiğine göre, namazdan maksat "Öğlen namazıdır." Bu namaz, aynı zamanda cemaatla kılınan ilk namazdır. Bu namaz kılındığında Resul'ün yanında, Ebü Bekir ve Ali vardı. Bu arada oradan geçmekte olan Ebü Talip, yanında bulunan oğlu Cafer’e, haydi sen de amca oğlunun yanında namaz kıl demiş, kendisi de sevinçle şu beyitleri okuyarak oradan ayrılmıştır.
“Ali ve Ca 'fer benim güvenimdir.
Zamanın şiddeti ve sıkıntısı anında,
Vallahi ben O Nebiyi yardımsız bırakmam,
Benim sülalemden olanda bırakmaz.
Bırakmayın yardım edin amcanızın oğluna,
Amcalarınızın arasında ana bir kardeşim.” [106][384]
Alüsî bu rivayeti zikrettikten sonra, aynı rivayet için eleştiri yapar ve der ki:" Bu rivayette bir sorun vardır, Ebü Talib'in vefatı hicretten üç sene öncedir. Namazın farz kılındığı "İsra " olayı ise, İbni Hazm'e göre, Hicret'ten bir sene, İbni Faris'e göre, Hicret'ten bir sene üç ay önce, Süddî'ye göre ise bir sene beş ay öncedir. Buna göre, Ebü Talip namazın farziyyetine yetişememiştir. Kadî îyaz, Zühri'den , "îsra" nin Bi'set'ten beş sene sonra olduğunu rivayet etmiş, Nevevi ve Kurtubî de bu görüşü tercih etmişlerse de, Zühri'nin bu sözü için çok şeyler söylenmiştir. (Rivayeti sağlam değildir). " [107][385]
Alüsî'nin yapmış olduğu bu eleştiriyi, Hamdi Yazır, tekrar eleştirmiştir. Bu konuda Yazır şöyle demektedir:" Alüsî'nin bu itirazını biz uygun görmüyoruz. Çünkü İsra'da farz kılınan mutlak namaz değil beş vakit namazdır. Buna göre, beş vakit namazın farz kılınmasından önce "Müzzemmil "'de geçtiği üzere gece kıyamının farz olması gibi, öğlen namazının da farz kılınmış olması mümkündür. Kaldı ki mezkur rivayette "Öğlen namazı" denilmiş, farz bir namaz olduğu açıkça belirtilmemiştir.
Hz. Ömer'in Müslüman olmasıyla ilk olarak alenen kılındığı rivayet olunan namaz da, bu namaz olsa gerektir. Ancak iniş sebebi olan olaydaki namaz öğle namazı olsa bile "ayette kastedilen namaz" yalnız odur demek doğru olmaz. Çünkü ayet mutlaktır. Meşru olan herhangi bir namaza şamildir. Gerek farz, gerekse de nafile bir namazdan alıkoymak "Tuğyan"' dır." [108][386]
Gördün mü, ya o kol doğru yolda olur. Yahut kötülüklerden sakınmayı emrederse ?"
Ayette geçen “Ereeyte” kelimesinin kime hitap olduğun dair iki görüş vardır. [109][387]
1- Hitap Resuledir. Konuşulan kişi ise Ebü Cehîl’dir. Şartiyye için olan "İN" 'in
cezası takdir edildiğinde mana şöyledir: " Ey kıraatla emir olunup ta namaz kılan kul! Ey Muhammed, namazdan alıkoyan bu azgın insanı gördün mü? Şimdi şunu bir düşün, Eğer azgınlık etmeyip de hidayet üzere olsa yahut namazdan alıkoyacağına, Allah korkusuyla korunmayı emretse ne iyi olurdu.[110][387]
2- Hitap Ebü Cehîl'edir. Konuşulan kişi ise Hz-Muhammed (s.a.v.) dir. Mana şöyledir: "Ey namaz kılan bir kulu alıkoyan azgın insan! Eğer o kul, hidayet, (doğruluk,hak) üzere gitse, yahut (onunla beraber daha yükselerek diğerlerini de) takva ile (Allah’tan korkup fenalıktan sakınmakla) emretse ne olur? Fena mı olur. Sen onu, Allah'ın iyi kötü her şeyi görüyor olduğunu bilmez de senin nehyini dinler mi sanıyorsun ? " [111][388]
Yukarıda zikrettiğimiz bu iki mana da ayete uygun düşmektedir. Ancak birinci görüş daha uygun gözükmektedir. Çünkü dokuzuncu ayette geçen birinci “Ereeyte” de hitabın Resül'e olduğu kesindir. (O ayette azan kişi Ebü Cehîl dir.) Bu ayetten sonra zikredeceğimiz ayetteki hitap da, yalanlamak, yüz çevirmek Ebü Cehîl'in vasfı olduğu için yine Resuledir. Birinci ve üçüncü “Ereeyte”deki hitapların Resül'e ait olduğu kesinleşince arada kalan hitabı değiştirerek Ebü Cehîl'e yöneltirsek ayetin akış düzeninin güzelliği bozmuş oluruz. “Emere” lafzıyla namazdan nehy eden ve etrafa emirler dağıtan kişinin Ebü Cehîl olması, hitabın Resül’e olduğunun diğer bir delilidir.
Gördün mü! ya bu (adam, hakkı) yalanlar, yüz çevirirse. (o zaman daha iyi mi olur). Allah 'in gördüğünü bilmez mi o ?."
Ayetteki hitap diğer ayetlerde de olduğu gibi Resül'e dir. Buna göre mana; "Ey Muhammed, gördün mü! Sen doğru olduğun, hakkı söylediğin halde, eğer o (namazdan alıkoyan azgın) yalanlıyor, inanmıyor, ve haktan yüz çeviriyorsa iyi mi olur! Bilmez mi ki Allah görüyor. Sonunda kendisine varılacak olan Allah, doğruyu da eğriyi de, iyiyi de kötüyü de hepsini görür ve herkesin ameline göre cezasını verir." şeklindedir.[112][389]
Razî, Ayetteki hitabın Ebü Cehîl için de olabileceğini söylemektedir.[113][390]
Yalanlamayı Resül’e nispet ettiğimiz de ortay a tek mana çıkmaktadır. O da "Resul'ün, müşriklerin eskiden beri inana geldikleri babalarının dinini yalanlaması ve o dinden yüz çevirmesidir."
Ancak bu görüşe göre “Allah'ın gördüğünü bilmiyor mu?” ifadesi uygun düşmemektedir. Resul, müşriklerin dinini yalanlayıp, onlardan yüz çevirdiğine göre, Allah, bunun nesinden taaccüp edecektir.
Ayetteki "yalanlama ve yüz çevirme " olayı, Ebü Cehîl ve onun gibi azgın kafirlerin vasfıdır.
Kuran’da zikredilen “Kezzebe- (yalanladı)” türevindeki fiillere baktığımızda 27 defa, “Kezzebet” 14 defa, “Kezzebu” 49 defa geçmektedir. Bu ayetlerin hepsinde yalanlayanlar kafirlerdir.[114][391] Bu ayetlerden iki tanesi Alak süresindeki (yalanlama, yüz çevirme)
kalıbıyla tam örtüşmektedir. Bunlar, Kıyamet/ 32, "Fakat yalanladı ve yüz çevirdi" Leyl/16, " O ki yalanladı ve yüz çevirdi" ayetleridir.
Ayetteki "yalanlanan" şey, genelde Muhammed'in Risaleti, özelde ise, Ahiret günüdür.
Bu olaya Araf/147’de dikkat çekilmiştir. "Ayetlerinin ve Ahirete kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa çıkmıştır..." Allah bu ayette yalanlamayı önce genellemiş, sonra ahiret günüyle özelleştirmiştir.
“ İn kezzebe ve Tevella” ifadesinde, Ebü Cehîl ve benzerlerinin ilerde Resul'ü
yalanlayacaklarına, O'ndan ve O'nun davetinden yüz çevirerek beğenmeyeceklerine işaret edilmiştir.[115][392]
“ Elem Ya’lem bi ennellahe Yera”ayeti, Ebü Cehîl ve benzerlerim kıyamet günü ile tehdit etme manasını içermektedir.[116][393]
Ayette geçen istifham taaccüp (hayret) manasını içermektedir. Azgın kişinin, Allah'ın kendini gördüğünü bilmemesi, gerçekten de hayret verici bir durumdur. Bu gerçeğe ulaşmak için bir çaba sarf etmeye de gerek yoktur. Bu gerçek gün ışığı gibi bilinen gerçeklerdendir. Nefes almamız, güneşin varlığı ne kadar gerçekse, Allah'u Teala'nın insanları görmesi gözetmesi o kadar açık ve nettir.
“Yera”kelimesinin mefulu mana olarak bütün mevcudatı kapsadığı için hazf edilmiştir. Yani "Allah'ın her şeyi gördüğünü bilmez mi o?" manasındadır.[117][394]
[118]Dipnotlar
379 Kalem, 68/4.
380 Razî, XVI/21.
381 a.g.e., aynı sayfa.
382 Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5956.
383 a.g.e., aynı sayfa.
384 a.g.e., aynı sayfa.
385 Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5958.
386 Razî, XVI/ 22.
387 Hak Dini Kuran Dili VIII/5959
388 a.g.e., aynı sayfa
389 a.g.e., s. 5961.
390 Razî, XVI/ 22.
391 Fuad Abdulbakî, el-Mu'cem, s. 598.
392 İbn Aşur, XXX/ 449.
393 Razî, XVI/ 22.
394 İbn Aşur, XXX/449.
16-18. AYETLER (RABB'İN MEYDAN OKUYUŞU VE AZGINLIĞIN CEZASI)
Hayır, eğer bundan vazgeçmezse (onu) perçem(in) den yakalarız. O yalancı günahkar perçemden. O zaman (o gitsin) de meclisini çağırsın. Bizde Zebanileri çağırırız."
Ayettin basında geçen “Kella”nın tefsirinde değişik yorumlar yapılmıştır.[119][395]
l- Ebü Cehîl'i tehdit ve men etmektir.
2- Ebü Cehîl'in Muhammed'i yakalarsam boynunu ezeceğim sözü reddedilmektedir.
3- Ebü Cehîl`’in, "Allah'ın kendisini gördüğüne" dair bilgisini reddir. Mana, "Hayır! o, Allah'ın kendisini gördüğünü bilmemektedir." şeklindedir.
Yukarıdaki görüşlerden birinci görüş ayetin ve sürenin sıyakına uygundur. Zira bundan önce geçen “Kella” tehdit içeren taaccübü ifade etmektedir. Bir sonra gelecek olan “Kella” da aynı şekilde " o azgının durumunu ret ve korkutmadır. Arada kalan “Kella” için en uygun olan "tehdit ve men etmek" manasında olmasıdır.
Zikredilen diğer iki görüş, ayetin sıyakına pek uygun düşmemektedir. Buna göre:”Kella”ya, "Ebü Cehil'in Resul'ün boynuna basacağını reddetme" manasını vermek, daha önce ayetler de böyle bir şey zikredilmediği için kabul görmemektedir.
Bir evvelki ayette Ebü Cehîl'in, "Allah'ın gördüğünü" bilmediği ”Elem Ya’lem bi ennalahe yera” hayret ifadesiyle anlatılmıştır. “Kella” yı ikinci bir defa nefy için kullanmanın manası yoktur.
“Lein” lafzındaki “Lam” kasem için başlangıçtır. Şanı uluhiyyetime yemin olsun, Celalim hakkı için eğer...[120][396] demektedir.
“Le Nesfean” da ki “Sef’in”ne olduğu konusunda çeşitli görüşler zikredilmiştir.[121][397]
1) Bir şeyi tutup çekmek manasındadır.[122][398] İbni Abbas'ın, Kureyş luğatına göre "Tutmak" manasında olan “Le ne’huzenne” şeklinde bir kıraati vardır.[123][399]
2) Vurmak (Tokatlamak) manasınadır.
3) Karalama manasınadır. “es-Sef’u” sac ayağı (üzerine tencere konulan üç taş)
manasında olduğundan kendisine bu karalama manası verilmiştir. Buna göre mana "onun alnını cehennem ateşi ile karalayacağız." dır.
4) “Le nesimmenehu” Damga vurup işaretleyeceğiz" manasınadır, İbni Abbas "biz, burnunun
üzerine damga vurup onu işaretleyeceğiz" [124][400]ayetinin Ebü Cehîl hakkında indiğini söylemiştir.
5) “Le nüzillennehü” Onu zelil edeceğiz manasınadır.
Yukarıda zikredilen görüşler içinde en uygun, birinci görüştür. Alından çekip sürüklemek: yüze vurmadan, tokat atmaktan, damgalamaktan çok daha etkili ve zelil edicidir.[125][401] "Ateşle karalamak" anlamını vermek ise, Ebü Cehîl'in cezasını cehennem azabına tecil etmek olur. Rezil ve zelil etmeyi, tehdit etmeyi yalnız ahirete ait kılmaktansa, hem bu dünyaya, hem ahirete şamil olan bir yorum kullanmak daha yerindedir. Ebü Cehîl bu dünyada rezilliğin en büyüğünü yaşamıştır. Zayıf, çelimsiz, ufak boylu bir sahabi olan [126][402] İbni Mes'ud tarafından boynu kesilmiştir, İbni Mes'ud taşımaya gücü yetmediği için perçeminden tutup sürükleyerek çekmiş ve Resulün huzuruna getirmiştir.[127][403]
Alından, perçemden tutup çekilmek Türkçe’de de " Yüz üstü sürünme" deyimiyle beddua şeklinde kullanılmaktadır. Alın, başın bir parçasıdır. Baş ise, insanın şahsiyetini, şerefini temsil etmektedir.Başın dik durması, öne eğilmemesi insanın alnı açık olduğunu, utanacak bir şeyi olmadığını, şerefli olduğunu göstermektedir. Baş, adeta insanı temsil etmektedir. Bu manayla bağlantılı günümüzde ; "Baş ağır gerek kulak sağır.- Baş başa bağlı baş da padişaha. -Baş sağ oldukça börk eksik olmaz. -Başa gelen çekilir. -Başı göğe erdi. -Başı tasa geldi. -Başından neler geçmedi. -Başına gelen bilir. -Başını bu uğurda verdi." Gibi atasözler ve deyimler bol bol kullanılmaktadır.[128][404]
Kur'an hattında “Le nesfean” olarak yazılan kelimenin sonunda şeddeli bir nün vardır. Orijinal hat “Le nesfeeanne” şeklindedir. Vakıf halinde cezimli nün elife çevrilmiştir.[129][405]
Ayette, Abdullah İbni Mes'üd'dan “ Le esfeanne bin-Nasiyeh ve Le esfean” şeklinde iki değişik kıraat rivayet edilmiştir [130][406].
Kuran’da iki defa zikri geçen [131][407] “Nesiyeh” alına sarkan saç perçemine denir. Saçın bulunduğu yer (alın) manasına da geldiği söylenmiştir.[132][408]
Ayette alın –perçemin zikredilmesi, Ebü Cehîl ve onun yolunda gidenleri azapla tehdit etmede bütünleyici bir mana taşımaktadır. Başın insanı temsil etmesi gibi onun bir parçası olan alnın da insanla bütünleşen bir manası vardır. "Alın yazışı değişmez. Alna yazılan başa gelir. Alın yazısı gibi deyimler; [133][409] alnı ak olan insanın şerefli bir insan olduğunu, alnından çekilip atılan kimse ise şeref ve kişiliği adına her şeyini kaybettiğini ifade eder.
“Le Nesfean” kelimesinde kullanılan biz tabirinden kasıt, Allah ve melekleridir.[134][410]
“Nasiyetin Kazibetin Hatieh - O yalancı günahkar perçeminden”
Bu ayette geçen “Nasiyeh” kelimesi bir önceki ayette geçen“Nasiyeh” lafzından bedeldir.
Günahkarlığı ve yalancılığı alna yüklemek, edebî bir tabirdir. Alın, insanın şerefi ve şahsiyeti için bir semboldür. Sembolün yalancılığı ve günahkarlığı, tabiatıyla sahibinin yalancılığını ve suçluluğunu ifade etmektedir.
“Kazibeh”Ebü Cehîl'in yalancılığını, çok boyutlu incelemek mümkündür. Onun sataşmadığı, yalanlamadığı değer kalmamıştır. Ebü Cehil, nübüvveti kabul etmediği, Resül’e sihirbaz, kahin dediği için, hem Allah'a hem Resulüne yalan ve iftira atmış, gücü yetmeyeceğini bildiği halde "Vallahi şayet Muhammed'i Kabe'de görürsem boynuna basacağım" demiştir.
Ayette geçen “Hatieh” kelimesi günahkar (suçlu) manasındadır. “Hatie”kökünden gelen bu kelime "günahkar, suçlu" manasını taşımaktadır. “Ehtaa”kökünden gelen “el-Muhti’” ise "hatalı" manasınadır. Birinci tabirde kötü kasıt vardır. Cezasını çekecektir, îkincisinde ise niyet kötü değildir. Cezası da yoktur.[135][411] Ebü Cehîl'in yaptığı şeyler bir hata değil, kasıtlı olarak yapılan hareketlerdir, buna göre o suçludur ve günahkardır.
“ Fel yed’u Nadiyehu Seneduz-Zebaniyeh” O zaman o (gitsin)de meclisini (adamlarını) çağırsın. Biz de zebanileri çağırırız.
Ayetin iniş sebebi olarak İkrime, İbni Abbas kanalıyla şu hadis zikredilmiştir:
“ Abbas 'tan rivayet edildiğine göre. Peygamber (a. s) bir kere sinde Kabe 'de namaz kılıyordu. Ebü Cehîl sinirli bir şekilde gelerek ben seni bundan nehy etmedim mi? (diye sordu) Peygamber (s.a.v.) de ona dönerek ağır konuştu, (sert cevap verdi) .Ebü Cehîl dedi ki: Sen benim taraftarımdan daha çok hiç kimsenin taraftarı olmadığını gayet iyi biliyorsun. Bunun üzerine Allah-u Teala " O zaman o gitsin demedim (taraftarını) çağırsın. Bizde zebanileri çağırırız " ayetini indirdi. İbni Abbas derki; Vallahi şayet o meclisini çağıracak olsaydı Allah-u Teala 'nın zebanileri onun canını alacaklardı.” [136][412]
“en-Nadii” Kavmin toplandığı meclise denir. "Meclis, kulüp, parlamento, kurultay" [137][413] olarak çevirebileceğimiz kelimeden kastedilen mana, " O meclisin ehli ve insanlarıdır." Zira çağırılan meclis değil belki de orada bulunan insanlardır. Aynı kökten gelen “en-Nida” toplanmaya çağıran ses manasınadır.
Razî, bu ayette geçen olayın, bir mucizeyi ortaya çıkardığını söyler. Zira ayette geçen "çağırsın" emri, Ebü Cehîl' i kendi kulüp adamlarını çağırmaya teşviktir. Dostlarını çağırdığı an, zebaniler de gelecektir. Ebü Cehîl bu tehditten sonra böyle bir olaya cesaret edememiş, böylece Resul'ün mucizesi ortaya çıkmıştır.[138][414]
Allah'u Teala’nın (...çağırsın..... çağırırız) ifadelerinin altında Ebü Cehîl'le alay etmesi ve tehdit etmesi yatmaktadır. Ebü Cehîl, yukarıda zikrettiğimiz rivayette de geçtiği gibi kendiyle, kulüp arkadaşlarıyla devamlı övünmektedir. Çağırdığı an o arkadaşlarının hemen geleceğim, istedikleri işi yapacaklarını zan etmektedir.
Ebü Cehîl'in meclisi olarak bilinen "Darünnedve" Kureyş'li müşriklerin ileri gelenlerinin üyesi olduğu, faaliyetleri, Müslümanlar aleyhinde komplolar geliştirmek olan bir kulüptür.[139][415] Maddi güç ellerinde olduğundan halledemeyecekleri, yok edemeyecekleri hiç bir kuvvet olamayacağı zannına kapılmışlardı. Ne var ki bu komploların hepsi teoride kalacak, pratikte ortaya hiç bir şey çıkmayacaktır. Gerçek kuvvet sahibi olan Yüce Allah, tuzak kuranların tuzaklarını en iyi şekilde başlarına geçirecek ve Resul 'ünü hiç bir zaman yalnız bırakmayacaktır.[140][416] Allah her zaman Resulü’ne askerlerini göndererek yardım edecektir. Çünkü "Göklerin ve yerin askerleri Allah'ındır.[141][417] Yüce Rabb'in ordularını ancak kendisi bilir." [142][418]
Allah'u Teala'nın kudretinin karşısında bir hiç olarak bile ifade edilemeyen Ebü Cehîl'le, yüce Allah bu dört kelimeyle (Felyedu Nadiyehu- Seneduz- Zebaniyeh) alay etmiş, Resulü’nün kalbini güvenle doldurmuştur.
Ayette Abdullah İbni Mesüd'un “Fel yedu ila nadiyehu” şeklinde (harfi cer ziyadesiyle) bir okuyuşu vardır.[143][419]
“ Seneduz-Zebaniyeh-Bizde zebanileri çağırırız.”
Kök olarak “Zebene-Yezbinu”ikinci babdan gelen bu kelime, öteye itmek, kakmak, manalarını taşımaktadır.[144][420]
“Zenetin-Nake” devenin sütü sağılırken attığı çifte için kullanılmakta,
“el-Harbu tezbinun-nas”Savaşın insanları çarpıp darmadağın ettiği zamanda kullanılan ifade, “Reculun fihiz-Zebbuneh” (banın şeddesiyle) Kibirli (olduğundan hakkı elinin tersiyle iten kabullenmeyen) insan için kullanılmıştır,
“Zebanel akreb” Akrebin kuyruğundaki çatallara denir. Onunla adeta istemediği şeyleri itmektedir.[145][421]
Katade der ki:”ez-Zebaniyeh” Araplarda, polislere (koruyucu ve def edici) kişilere
verilen addır." Ferra'ya göre, meleklerden bir gurup, hem ellerini hem de ayaklarını kullanarak itme işini gerçekleştirdikleri için onlara bu ad verilmiştir.Kesaî'ye göre ise, Onlar Kuran’da "gayet katı, şiddetli" [146][422] şeklinde nitelendirilen meleklerdir.[147][423]
“ez-Zebaniyeh” kelimesi çoğuldur. Tekili ise: Kesaî'ye göre: “Zibniyyun” Zeccac'a göre, “Zibniyyetün” Ahfeş'in bir rivayetine göre: “Zebani”diğer bir görüşüne göre “Zabinün” dür. Bazıları ise müfredinin Araplar tarafından bilinmediğini ileri sürerek müfredi olmayan bir çoğul olduğunu söylemişlerdir.[148][424] Bütün bu görüşlerin ortak noktası “ez-Zebaniyeh”in azap melekleri olduğu noktasındadır.
Bu kelime, Türkçe’de de aynı ifadelerle kullanılmaktadır. Sözlüklere baktığımızda "Cehennemlikleri cehenneme atmaya memur melek" şeklinde açıklandığını görmekteyiz.[149][425]
Ayetten çıkan manaya baktığımızda, “ez-Zebaniyeh” hakkında zikredilen görüşlerin
ayetin sıyakına uymadığını görüyoruz. Zira ayette ifade edildiğine göre, Ebü Cehîl kulüp arkadaşlarını çağırdığı anda zebaniler tepelerine binecektir. Nitekim yukarıda zikredilen hadis de aynı ifadeler kullanılmaktadır, İbni Abbas der ki; Vallahi şayet o meclisini çağıracak olsaydı Allah-u Teala'nın zebanileri onun canını alacaklardı." [150][426]
Kurtubî'de geçen bir rivayette ise "onu perçeminden yakalarız" ayeti indiğinde, Ebü Cehil "Ben de kavmimi çağırırım, onlar beni senin Rabb'inden korur" diye cevap vermiştir. Resülullah, "o meclisini çağırsın biz de zebanileri çağırırız." ayetini okuduğunda ise “ez-Zebaniyeh”kelimesini duyan Ebü Cehîl korkuyla kaçmıştır. Kendisine "Muhammed’ten korktun mu?" diye soranlara "hayır, O'ndan korkmadım. Ancak onun yanında bir atlı, beni zebanilerle devamlı tehdit ediyordu. Ben zebaninin ne olduğunu bilmiyordum. Atlı bana doğru yöneldiğinde beni yemesinden korktum" dedi.[151][427]
Anlaşıldığına göre ayette dikkat çekilmek istenen şey, azabın Ahirete yönelik yüzünün yanında, Dünyada da böyle bir cezalandırmanın olabileceği hususudur. Ayette geçen zebanileri, Ahiret de cehenneme iten azap melekleri olarak nitelendirmektense Allah'ın askerleri şeklinde yorumlamak daha gerçekçi olacaktır. Zaten bu askerlerin Allah yolunda verilen savaşlarda Müslümanlara yardım ettikleri Kur'an ayetleriyle sabittir.[152][428]
17 ve 18. ayetlerin tefsirinde Bursevî, mistik bir yorum yaparak değişik bir açıdan yaklaşmıştır. Bu yoruma göre, Ebü Cehîl, "nefs-i emmare" yi temsil etmektedir. Onun meclisi ise, arzu, heves ve zulmet karanlıklarıdır. Allah takva üzere yaşayan kullarım, nefs-i emmarenin eline vermeyecek onları kendi fazlıyla koruyacaktır.[153][429]
[154]Dipnotlar
395 Razî, XVI/ 423; İbn Aşur, XXX/ 449.
396 Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5960.
397 Razî, XVI/23
398 İbni Kuteybe, Tefsîri Garibi'1-Kuran, s. 533, Beyrut 1978, Daru'l-Kütübü'l-İlmiyye.
399 Abdullah İbni Abbas, Kitabu Ğarîbi'l-Kur'an, s. 78.
400 Kalem, 68/16.
401 Seyyid Kutup, Kuran’da Edebi Tasvir, s. 23, Trc.:Süleyman Ateş, İst. 1967, Hilal Yayınları.
402 Köksal, Hz-Muhammed (s.a.v.) ve İslamiyyet, II/ s. 76.
403 a.g.e., aynı sayfa.
404 Milli Kütüphane Genel Müdürlüğü/Türk Atasözleri ve Deyimleri, 1/50, 51, 2. B, İst. 1992, M.E.B. Yayınları.
405 Kasımî, Mehasinu't-Te'vîl, XVII/ 6215.
406 Muhammed Ahmed Hatır, Kıraatu Abdullah İbni Mesud, s. 175, Kahire 1990, Daru'l-İ'tisam.
407 Hüd, 11/56; Rahman, 55/41.
408 Razî, XVI/ 24.
409 Türk Atasözleri ve Deyimleri, 1/21, 22.
410 Razî, XVI/ 23.
411 a.g.e.,s.21.
412 Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, Bab.85, Hadis no: 3348.
413 Hak Dini Kur'an Dili. VIII/ 5961.
414 Razî, C. 16, s.25.
415 Kureyş kabilesinin atası sayılan Kusay (0.480), Huzaa kabilesiyle giriştiği mücadele sonucu Kabe'ye bakma ve Mekke'yi idare etme işini üzerine alınca Kureyş kabilesinin kollarım birleştirdi; daha önce çadırlarda yaşayan Mekkeliler'i Kabe merkez olmak üzere Mekke ve çevresine yerleştirerek onların meskenlerde yaşamalarım sağladı. Bu arada bazı Arap kabilelerinin elinde bulunan dinî vazifeleri, değiştirilmemesi gereken dinî gelenekler olarak gördüğü için yine onlara bıraktı. Kabe, hac ve Mekke idaresiyle ilgili sidane, hicabe, sikaye, rifade ile nedve ve liva görevlerim ise kendi üzerine aldı. Yaklaşık 440 yılında Kabe'nin kuzeyine, tavafa başlanan yerin arka tarafına Darünnedve denilen toplantı yerini yaptırdı ve kapışım da Kabe'ye doğru açtırdı. Darünnedve esas itibariyle bir asiller (mele') meclisiydi. Her türlü savaş ve barış kararının alındığı, görüşlerin belirlendiği, nikah merasimi ve ergenlik çağma gelmiş genç kızların gömlek (dir') giyme törenlerinin yapıldığı bu meclise Kusay oğulları'ndan başka Mekke'deki Kureyş boylarının kırk yaşından yukarı başkanları katılabilirdi. Hz. Peygamber ve Hulefa-yi Raşidîn zamanında ne maksatla kullanıldığı bilinmeyen Darünnedve'yi Muaviye b. Ebü Süfyan, Kusay'ın oğlu Abduluzza'nın torunlarından Hakîm'den veya Kusay'ın büyük oğlu Abdüddar'ın torunu îkrime'den satın almış ve burası hac için Mekke'ye gelen Emevî ve ilk Abbasî halifelerinin ikametine ayrılmıştır. Bu durum Harünürreşîd'in, "daru'l-imare" (hükümet konağı) adı verilen daha geniş bir binayı ikametgah olarak seçmesine kadar devam etmiştir. Halife Mutazıd Billah zamanında ise (892-902) sütunlar eklenerek bina Mescid-i Haram'a katılmıştır. Bugün Darünnedve'nin yerinde müezzin mahfili bulunmaktadır. İslam Ansiklopedisi, VIII/ 555, İSAM.
416 Duha, 93/3.
417 Fetih, 48/4.
418 Müddessir,74/31.
419 Hatır , Kıraatu Abdullah İbni Mes'üd, s. 175.
420 Lisanu'l Arab, III/ 1808.
421 a.g.e.
422 Tahrîm, 66/6.
423 Lisanu'l Arab, III/1808.
424 a.g.e.
425 Mustafa Nihat Özön, Büyük Osmanlıca-Türkçe Sözlük, s. 793, 5.B, Ankara 1973, İnkılap ve Aka.
426 Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, Bab.85, Hadis no: 3348
427 Kurtubi,XX/126.
428 Tevbe, 9/26, 42; Ahzab, 33/9; Feth.48/4; Müddesir , 74/31.
429 Bursevî, X/478.
19. AYET (İTAATIN FELSEFESİ)
Hayır ona boyun eğme; (Allah'a) secde et ve yaklaş !
Bu ayette geçen “Kella”’nın tefsirinde değişik görüşler ileri sürülmüştür.
1) Ebü Cehîl’i men etmek manasınadır.[155][430]
2) Ebü Cehîl'in "meclisim çağırma olayını" yahut "Resul’ü namazdan alıkoyma istekleri"nin olumsuzluğunu ifade etmek için kullanılmıştır.
3) İstiftah- cümle açılışı manasında kullanılmıştır.
Bu üç görüş arasında, “Kella”nın açılış için kullanılması, ayetin muhtevasına en uygunudur. Zira birinci ve ikinci görüşler daha önce ifade edilmiştir.”Le Nesfean” tehdidi, Ebü Cehîl için yeterli derecede men etme ve azarlama manasını zaten taşımaktadır. Bu manaları son ayetteki “Kella”tabiriyle tekrarlanmasında bir mana gözükmemektedir. Bu ayette ise, Resül'e ve Müslümanlara çok değişik bir mesaj sunulmaktadır. Bu ayette itaatin felsefesi sunulmaktadır. Ayette yasaklanan; Allah'tan başkasına itaat etmek, boyun eğmek, insanlığın en büyük ayıbı olan Yaralanma karşı ihanettir.
İtaatin, boyun eğmenin yalnız Allah'a ve Resü'lüne yapılacağı çeşitli ayetlerde değişik kelimelerle zikredilmiştir.
Mesela, “Etiiü”kalıbında 13 ayette, [156][431]
“Etiiun”kalıbında 11 defa zikredilmiştir. Bu ayetlerde, Allah'a itaatin gerekliliği emredilirken başka ayetlerde ise tersinden bir yaklaşımla “La Tudi’-itaat etme" şeklinde emirlerle Resul, ve Müslümanlar, itaat mefhumunu kavramaya yönlendirilmiştir. Bu "itaat etmeme emri" ile bazen kafirlere,[157][432] bazen münafıklara,[158][433] bazen de yalancılara dikkat çekilmektedir.[159][434]
İtaatin ancak Allah'a olabileceğini, sahih hadislerde de görmekteyiz.
Buharî'nin bu konuda şöyle bir rivayeti vardır.
Abdullah'ın rivayet ettiğine göre, "Müslüman kişiye düşen, -hoşuna gitse de gitmese de- işittik, itaat ettik (demek) tir. Bir günahla emir olunduğunda ise, ne işitmek vardır ne de itaat. " [160][435]
Diğer bir rivayette:
Ebü Hüreyre'nin rivayet ettiğine göre," Her kim itaatten çıkar, cemaatı terk ederek ölürse, cahiliye ölümü üzere ölmüş olur." [161][436]
İtaat: Hak olan , doğru olan (Ma'ruf) şeylerdir. Hakka uymayan şeyler (Münker)' de ise itaat yoktur. Hiç bir kimsenin, konumu ne olursa olsun, Allah ve Resü'lü adına münkeri emretme yetkisi yoktur.
Buharî'de bu konuya şöyle bir hadis zikredilmiştir;
Hz.Ali'nin rivayet ettiğine göre: Resülullah (s.a.v.), Ensar’dan (Abdullah b.Huzafe adında) bir kişiyi seriyyenin [162][437]basına komutan yapmış ve onunla beraber gidenlere, komutanlarının sözüne "itaat etmelerim" emretmişti. Komutan bir şeyden öfkelendiğinde "Size Resülullah bana itaat etmeniz! emretmedi mi?" diye sorunca, onlarda "evet" dediler. Oda "Bana odun toplayın"'diye emir verdi. Askerler odunu toplayınca onlar tutuşturmaları için emir verdi. Onlar da ateşi yaktılar. Komutan "Girin içine" diye emir verince, askerlerden bazıları girmeye yeltendi. Bazıları ise "Biz Resülullah'a ateşten (kaçmak için) sığındık, (şimdi kendimizi ateşe mi atalım Dediler.) Bu tartışmalar sürerken ateş kendiliğinden söndü. Komutanın da öfkesi dindi. Peygamber (s. a. v.) 'e bu olay intikal ettiğinde: "Şayet o ateşe girselerdi kıyamete kadar çıkmazlardı (azap içinde kalırlardı.) Taat Ma 'ruftadır" buyurdu" [163][438]
Sürenin son ayetinde böylesine önemli bir gerçek, Resül’e ve insanlığa sunulmaktadır.
Bu sebepten, ayetin başındaki “Kella” nın istiftahiyye-açılış manasında olması daha uygun olacağı kanaatindeyiz.
“Üscüd”kelimesi “Secede-Yescüdü” kökünden (l.babdan) emir olarak gelmiştir.
Secde kelimesi Arap dilinde “Hadaa-boyun eğme, baş eğme” manasınadır. Cahiliye
zamanında da kullanılan bu kelime, İslam’ın gelmesiyle gerçek mahiyetine kavuşmuştur. Namazla bağlantılı secde, anlı yere koyma manasına kullanılmıştır.[164][439]
Okyanus namıyla meşhur Kamus'ta “Sücud” kelimesinin değişik bir manasına dikkat çekilerek şöyle denilmiştir: "Sücüd, ayak üstünde sütun gibi dik durmak manasında olup secde etmeyle zıt olur. “Yukalu Seceder-Reculü iza intesabe” [165][440] yani kişinin ayakta dimdik durması da aynı kelimeyle ifade edilmiştir. Burada ortaya çıkan bir incelik dikkatimizi çekmektedir. Secde olayı bir yerde iki büklüm olup azalarla yerle temas etmeyi ifade ederken bazen bunun tam zıddı olan ayakta dimdik durmayı ifade ediyor. Bu iki ifade her ne kadar birbirine zıt gözükse de ikisi birbirini tamamlayan ifadelerdir. Kişi secdesini yerine göre kafirlere karşı izzetli olması gibi [166][441] dimdik durmayla ifade edecektir. Bazen de iki büklüm olarak tevazünün sınırlarını sergileyecek Müslümanlara karşı çokça hoş görülü olacaktır.[167][442]
Kur'an-ı Kerim'de “Secede”kökünden türeyen 92 ayet değişik kiplerde bulunmaktadır. Mesela: “es-Sacidin” kelimesi 10 defa,
”Mescidün”20 defa geçmektedir.[168][443]
“Üscüd”ifadesi ile 2 yerde geçmektedir.
1-İnsan/ 26 da geçmektedir. “ Ve minel-Leyli fescüd lehu ve Sebbihhu leylen Tavila”
"Gecenin bir kısmında ona secde et. Gecenin uzun bir bölümünde de O 'nü tebih et."
Bu sürenin Mekkî veya Medenî olması ihtilaflıdır. Cumhura göre Medenîdir, İbni Abbas, Mukatil ve Kelbi 'ye göre Mekkî dir [169][444] İnsan süresindeki secde emrinde, Alak süresinden değişik olarak gözümüze çarpan, salt secde değil akşam ve yatsı namazlarım kılma emrini ifade etmesidir.
2-Alak süresinde, 19. ayette geçmektedir. Bu sürede geçen secde emrinin, namaz kılma veya tilavet secdesi olduğunda ihtilaf edilmiştir.
Alak süresinin son ayeti, tilavet secdesi olarak kullananların delilleri şöyledir:
a- İbni Ebî Şeybe'nin Hz. Ali'den rivayet ettiğine göre, Azaim (vazgeçilemeyecek secdeler) dörttür. “ Alak Suresi, Duhan Suresi,Necm Suresi, Secde Suresi ” secdeleridir.[170][445]
b- Ebü Hüreyre’nin bir rivayetinde, bu konuyu destekleyen bir hadis vardır: Ben Resülullah ile “İkra’bismi Rabbikellezi Halaka ve İzes-semaun şekkat ayetleriyle başlayan sürelerde secde ettim.[171][446]
Ayette geçen secdenin namaz secdesi olması da muhtemeldir. Önceden geçen ayetlere baktığımızda, ortada Resul'ün kıldığı, Ebü Cehîl'in men ettiği bir namaz vardır. Yüce Allah'ın da "Ona boyun eğme, secde et ve yaklaş' emri bulunmaktadır. Bu durumu göz önüne alırsak, secde emri, namazla bağlantılı bir emirdir.[172][447] Ne var ki, kullanımda "tilavet secdesi" olarak kullanılmaktadır.
Dipnotlar
430 Keşşaf, II/ 480.
431 Ali İmran, 3/32,132; Nisa, 4/59; Maide, 5/92, Enfal, 8/1,20,46; Taha, 20/90.
432 Furkan, 25/52; Ahzab, 33/61,48.
433 Ahzab,33/l.
434 Kalem, 68/8.
435 Buharî, Kitabu'l Ahkam, 4/3.
436 Müslim, Kitabu'l İmare, 13/1848.
437 Beşle üç yüz arasında veya dört yüz kişilik askeri bir gurup.
438 Buharî, Kitabu'l-Meğazî, Bab, 59, Hadis No: l.
439 Lisanu'1-Arab, III/ 1940.
440 Okyanus, 1/619, Matbaa Amire 1272.
441 Maide, 5/54.
442 Maide, 5/54.
443 Muhammed Fuad, el-Mu'cem, s. 244-245.
444 Kurtubî,XIX/118
445 Ahmed Naim, Sahîh-i Buharî Muhtasarı, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, III/ 353, 5. B, Ankara
1978, D.İ.B.Y.; Kurtubî, XX/ 128.
446 Tecrîd-i Sarîh, XX/ 128.
447 Kurtubî, XX/128.
1. AYET (NÜBÜVVETİN TESCİLİ)
“Yaratan Rabb'in adıyla oku”
Oku, îlahi vahyin, metafizik alemin, fizik alemi ile bağlantısının ilk emridir, îlahi vahyin insanlarla irtibat kurduğu ilk mesajda; "Rabb'inin adıyla oku " şeklindeki isim tamlamasında önemli bir vurgu vardır. Ayet bir emirle başlıyor. Bu bize, îlahi iradenin ve hakimiyetinin kudretini göstermektedir.“Rabbike” ifadesin ise, Allah'ın kuluna olan rahmetine ve yakınlığına dikkat çekilmektedir.
“Rabbike”isim tamlamasında, "Rab" kelimesinin tekil olarak kullanılması vahyin ilk başladığı andan itibaren nüzul süresince de devam edecek olan Kuran'ın en önemli mesajı olan Allah'ın tevhidine ince bir gönderme içermektedir.
Vahyi getiren Cibril, hadislerden de anlaşılacağı üzere "Oku" emrini üç kere tekrar etmiştir. Burada "oku" diye emredilmektedir. Çünkü emir, yukarıdan aşağıya yani Allah'tan kuluna inmektedir. Ancak bu emri yerine getirememenin acziyetini ifade eden Peygamberimiz " ben okuyamam ki" demiştir. Zira Resul, gerçekten de okuma yazma bilmemektedir.
Acaba bu " oku " emrinden kast edilen nedir?
" Oku " emrinden kast edilen, aslında bizim bildiğimiz manada yazılı bir sayfadan veya kitaptan okuma değildi. Zira Kuran’da da belirtildiği üzere O'nun bu manada okuma yazması yoktu. Nitekim İbni îshak'ın rivayetini hariç tutarsak hiç bir rivayette Cibril'in yanında bakarak okuyacağı bir kitabın indiği zikredilmemiştir.
Buna göre " oku " emri," Hafızadan olan okumaydı." Çünkü o, şimdiye kadar hiç bir şekilde, hiç bir kitap okumamıştı. Ancak bu ilk emirle kendisine ilerde tilavet edeceği zihinden okuma müjdesi verilmiştir. [1][192]
Kur'an-ı Kerîmde kıraatin, tilavet (zihinden okuma) manasında olduğunu beyan eden ayetler vardır. Mesela İsra süresinde “Onu bir Kuran alarak (ayet ayet) ayırdık ki O'nu insanlara dura dura (ara vererek) okuyasın. [1][193]
Diğer bir ayette; "... ve (bana) Kur'an okumam (emredildi) [1][194]
Bu iki ayette geçen kıraat, yazılmış bir kitaptan okuma manasında değil de, zihinden okuma manasınadır.
Günümüzde de böyle bir anlatım, kullanılmaktadır. Okuma yazması olmayan bir kimseye, ezbere bildiği veya kendine öğretildiği herhangi bir şeyi "oku" diye hitap ettiğimiz vakidir.
Hz. Peygamber efendimiz (s.a.v.) zamanında günümüzde kullanılan manada okuma yazma bilenlerin oranı çok düşüktü. Sahabeden okuyup yazan kişiler azınlıktaydı.Kuran’ın tespit ettiği bu gerçeğe Cum'a süresinde "O’dur ki ümmîler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber (s.a.v.) gönderdi..." [1][195]diye işaret edilmektedir.
Kuran’ı Kerîmin indiği yıllarda, vahyin, taşlara kemiklere yazılması, okuma yazmanın yaygın olmadığının diğer bir işaretidir. Buna göre sahabe, Kuran’da geçen Kur'an 'dan kolayınıza geldiği kadar okuyun " [1][196] ayetinden anladıktan mana, olsa olsa" zihinden okuma" manasındaki bir okumadır.
Ayette geçen "Oku" emrinin ifade ettiği diğer bir mana. Okumak; salt başkalarına okuyup haber vermek manasında değildir. Diğer bazı ayetlerde geçen "Onlara Nuh'un haberini de oku " [1][197] " Onlara İbrahim’in haberini de oku " [1][198]ayetlerindeki "okuma", o hikayeyi (kıssayı) okumasıdır. Konumuz olan ayette geçen "Oku” emri ise insanlara bunu hikaye etmeksizin sadece okumak manasınadır.
Ayetteki "İkra" emri genel (mutlak) olup kendisinden sonra gelen (Bismi Rabbike) kelimesi ile kayıt ( Takyîd) altına alınmıştır.[1][199]
"İkra" kelimesinin luğatta, Okumak, tebliğ etmek, taşımak, toplamak gibi manaları bünyesinde bulundurmaktadır.[1][200]
Ancak bazı araştırmacılara göre, kelimenin kökeni Arapça asıllı değildir. İbrani’ce bir kelime olan “İkra” o dilde Huşu ile kutsal metinleri okumadır. (to solemniy recite sacred texts) [1][201]Sonra da günümüzde kullanılan, yazılı bir şeyden okuma manasında kullanılmıştır.
Arap dilinde kitaptan okuma ile zihinden okuma arasında küçük de olsa bir nüans farkı vardır. Kitaptan okuma için daha çok “Tela”fiili kullanılmakta, zihinden okuma için “Karee”" fiili kullanılmaktadır. Buna göre bazı müfessirler ayette geçen “İkra” emrini “Ütlü” şeklinde tefsir etmişlerdir. [1][202] Ne var ki Arap dilinde yaygın olan, “İkra”fiili, gerek kitaptan gerek zihinden okumak için de kullanılmaktadır.[1][203]
“İkra”emrinden kasıt, vahy edilecek şeyleri okumaktır. Ancak bazı müfessirler, “Bismi Rabbike” deki Ba’yı yi zaid kabul ederek, emirden maksat, "Allah'ın ismini okumaktır" demişlerdir. Bu görüşte olanlara göre taktir, "Rabb'inm ismini oku" şeklindedir. [1][204]
Ancak bu okumayı Rabb'in ismine hasr etmektense, vahyin tümüne şamil tutmak daha sahihtir.[1][205] Zaten ilk vahiyde Resul'un okuyamamasının sıkıntısı da bu yüzdendir. Şayet oku emrinden kasıt, Rabb'in ismini okumak olsaydı bu emri yerine getirmek zor bir şey olmazdı. Kaldı ki, Kuran’da birçok ayette, Rabb'in isminin zikredilmesi emredilmiştir. Ancak kullanılan ifade “Zikret " şeklindedir.
Oku emri nübüvveti mi yoksa Risalet'i mi haber veriyor?
Vahyin başlangıcı olarak kabul edilen Alak süresinin ilk ayetleri Nübüvvetin tescili anlamındadır. Zamanla Nübüvvetin yanma, tebliğ görevi de verilmiştir. Ancak oku emri,
"Nübüvvetin başlangıcını" ifade etmektedir. [1][206]
Bu görüşümüzü bir takım delillerle desteklememiz mümkündür.
1- Daha önceden de zikrettiğimiz gibi ilk vahiyde tebliğin açıktan açığa haber verildiğini konu alan rivayetler zayıftır.
2- Ayette geçen "Yaratan Rabb'in adıyla oku" ayetinde mana olarak: "Risaleti, (bu okuma olayını) insanlara tebliğ et." gibi bir anlam yoktur.
3- Fetret devri olarak kabul edilen Alak süresinin ilk ay etlerinin inmesiyle, Müddessir süresinin ilk ayetlerinin inmesi arasında geçen vakitte, Risaletin tebliğ edildiğine dair elimizde herhangi bir bilgi yoktur.
Sîyer kaynak kitapları bu dönem hakkında bir bilgi sunmamakta sadece ilk Müslüman olanlarla ilgili bilgiler vermektedir. Buna göre, kadınlardan ilk Müslüman olan Hz. Hatice, erkeklerden Hz.Ebü Bekir, çocuklardan Hz.Ali kölelerden ise Zeyd'tir. Bu bilgiler doğrudur. Ne var ki, bu kişilerin İslamla müşerref olmaların zamanı, tam olarak belirlenmemiştir. Acaba Alak süresinin ilk ayetleri nazil olduktan hemen sonra mı, yoksa fetret devrinden sonra mı Müslüman olmuşlardır? Bunu kesin olarak belirlemek mümkün değildir.
Bu meyanda;
a- Hz-Hatice'nin hemen Müslüman olduğu bilgileri elimizde mevcuttur. Ancak Resul, ilk vahy kıssasını Hatice'ye o heyecanla anlatırken tebliğ niyetiyle anlattığı pek düşünülemez. Belki de yaşadığı olayları onunla paylaşmak istemiştir. Bu konudaki rivayetlerde, Resul’un, bu olayı Hz.Hatice'ye anlatırken tebliği içeren herhangi bir ifadeye rastlanmamaktadır.
b- Ali'nin Müslüman olduğuna dair rivayetler vardır.
Tirmizî'nin; İsmail b. Musa, Ali b. Musa, Ali b. Abis, Müslimu'1-Mela iyyi, Enes b.Malik tarikiyle rivayetine göre, “O'na, Nübüvvet pazartesi günü verilmiş. Ali ise çarşamba günü Müslüman olmuştur.”[1][207] Bazı tarih kitaplarında da bu görüşü destekleyen rivayetler bulunmaktadır. [1][208] Ancak aynı konu etrafında birbirini tutmayan rivayetler de vardır.[1][209]
4- Müddessir suresinde inzar (uyarma) yi açıkça ifade eden ayet vardır. " Kalk, uyar" [1][210] Kurtubî bu ayetin tefsirini Mekkelileri - şayet Müslüman olmazlarsa- azapla korkut, şeklinde tefsir ettikten sonra, Risaletin bu ayetle başladığına dikkat çekmiştir.[1][211]
5- Alak süresinin ilk ayetlerinin inişinden sonra bir müddet vahyin kesilmesi, Müddesir'in ilk ayetlerinden sonra yoğunlaşarak devam etmesi, Alak süresinin ilk ayetlerinin nübüvvetin habercisi, Müddessir süresinin ilk ayetleri ise. Tebliğin habercisi olduğunu bize gösteriyor.
6- Allah-u Teala'nın, Kuran’ın hükümlerini insanlara vahy etmede kademe kademe anlatım usulü, nübüvvet- tebliğ ilişkisinde de geçerlidir. Peygamberimize ilk olarak yalnızlık sevdirilmiş, bir müddet sonra Alak süresinin ilk ayetleriyle Nübüvvet bildirilmiş, Müddessir süresi ile de tebliğ başlamıştır. Yalnız kalma sevgisi nübüvvete hazırlık, nübüvvet ise tebliğ için hazırlık ve geçiş dönemini kapsamaktadır.
"İsmi Rabbike” tabirinde "Rab" ismi, zikredilmiştir. Nitekim vahyin başlangıcında inen ayetlerde Allah-u Teala'nın fiilî bir sıfatı olan "Rab" ismi tercih edilmiştir.
Alak suresinde “Rabbinin adıyla.." [1][212]
Müddessir süresinde "-Rabbini tekbir et (O'nun büyüklüğünü an) [1][213] "Rabb'in için sabret" [1][214] ve benzeri ayetlerde Allah'ın "Rabb" sıfatı tercih edilmiştir.
Bu tercihe şöyle bir yorum getirmemiz mümkündür: Cahiliye toplumuna baktığımızda, o toplumun bir çok tanrılar (rabler) edindiğini, adeta bunu moda haline getirdiğini görüyoruz. Ali İmran suresinde " Allah'tan başka tanrılar edinilmemesi istenmiş, [1][215] peygamberlerin de tanrılar edinilmemesine vurgu yapılmış, [1][216] " Hahamların ve rahiplerini Allah'tan ayrı Rabler edindiler" [1][217]ayeti ile Tevhit dininden ayrıldıklarına dikkat çekilmiştir.
O dönemde herkesin evinde özel bir tanrısı (rabbi) vardı. Sürdürdükleri bu anlayışlarına gerekçe olarak " biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsın diye tapıyoruz.[1][218] iddiasında bulunmuşlardı. Sahte tanrıların bu kadar bol olduğu bir toplumda yaşayan Muhammed (a.s), gerçek Rabb'ini bu ayetlerle hissetmiştir.Yüce Allah Rabb sıfatını Resulle bitiştirerek ona karşı olan rahmetini, şefkatini hissettirmiş ve onun bundan böyle kendi terbiyesi altında olduğunu hissettirmiştir.
Burada dikkati çeken başka bir husus ta, “ el-Haliku, el-Vehhabu, -el-Muizzu” gibi bir sıfat değil de fiilî sıfatlarının içinden özellikle " Rab " sıfatının seçilmesidir. Bilindiği gibi Rab sıfatı, yetiştirmek, büyütmek, sahiplenmek anlamlarına gelmektedir. Bu açıdan, Rab şifalının fiilî sıfatların içinde önemli bir ayrıcalığı vardır. Terbiye sıfatı, diğer sıfatların içinde bu anlamıyla da tezahür etmektedir. Mesela: Rububiyet, Allah-u Teala'nın “el-Fettah, el-Rezzak, el-Vehhab ” gibi rızık ve bağışla ilgili olan sıfatlarla canlıların yetiştirilmesi ve büyütülmesi, "el-Müiz, el-Müzil, el-Hafid, el-Rafi” gibi sıfatlarla ise insanların ceza ile terbiye edilmesinde ön plana çıkmaktadır.
“Ellezi Halak” Alak Suresinde Allah 'u Teala’nın sıfatlarından ilk olarak "Rab" ,
ikinci olarak da “Halik” (yaratıcı) sıfatı zikredilmiştir. Yaratma ile Rububiyet arasında
direk bir bağlantı vardır. Zira yaratma olmadan terbiyenin hiçbir türü gerçekleşemez. İnsanın terbiyesi için ilk önce kademe kademe nutfe, alaka, mudğa, izam, lahm yaratılma aşamaları gerçekleşmelidir. Çünkü yaratmak en büyük terbiye, en büyük nimettir. "İnsan önceden hiçbir şey değilken kendisini nasıl yarattığımızı düşünmüyor mu? [1][219] Yaratmanın devamlı olmasında, Yüce Allah'ın Rububiyet sıfatı vardır.
Yaratmadaki terbiye, varlığın basit yapısından başlayıp, yavaş yavaş mükemmele
erişmesidir.
Alemin her noktasında, varlık ve hayatın bulunduğu her yerde, Rububiyyet'in etkisi görülmektedir.
Vahyin ilk ayetlerinde arka arkaya zikredilen "Halaka-Rab" sıfatlarının özellikle ilk inen ayetlerde seçilmesinde başka bir takım hikmetler de vardır.
Allah'u Teala kendi sıfatlarından olan işitme. Görme, Konuşma, îlim, îrade gibi bir çok sıfatı insanoğluna da bahşetmiştir. Ancak yaratma sıfatı Allah-u Teala'nın kendine has bir sıfatıdır, insanlar için kullanılması, mecaz haricinde, mümkün değildir.
Yaratma Arap dilinde: "Bir şeyi eşi, benzeri ve geçmişi olmaksızın ortaya çıkarmak" manasında kullanılır. Allahu Teala'nın yarattığı her şey, daha önce benzeri bulunmayan varlıklardır. Nitekim ayette “İyi bilin ki yaratma ve emir O' nun dur.[1][220] Diğer bir ayette, “Allah'tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mıdır? [1][221] Başka bir ayette ise "'Attığınız meniyi gördünüz mü? Siz mi onu yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz?[1][222] buyrularak Allahu Teala'nın Yaratma sıfatına dikkat çekilmiştir.
Arap toplumu, cahiliyede birçok tanrıya taptıkları halde, gerçek yaratıcının onlar olmadığını, her şeyi yaratan bir îlah'ın bulunduğunun farkındaydılar. "And olsun onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, mutlaka "Allah" derler.” [1][223] Yüce Allah, Kuran’da birçok ayetlerde "Yaratan" olan Allah'a ibadet etmenin gerekliliğini vurgulamaktadır.
"Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize kulluk edin ki, (Allah 'ın) azabından korunasınız.” [1][224]
"Sizi ve önceki nesilleri yaratan (Allah) tan korkun.” [1][225]
"Size ne oluyor ki, Allah için saygı (göstermek) istemiyorsunuz. Oysa O, sizi çeşitli merhaleler halinde yarattı” [1][226]
"Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” [1][227]
"Halaka" filinin birinci ayette zikredilmesini diğer bir hikmeti ise: İnsanı bütün
kemalatıyla yaratmaya kadir olan Yüce Mevla, "İnsana okumayı bilmese dahi, o melekeyi verdiğine" tembih etmektir.[1][228]
Alusî, "Halaka" fiili için, lazım (geçişsiz) veya müteaddî (geçişli) olmak üzere iki
veçhin de caiz olduğunu zikretmiştir. [1][229] Bu iki değişik takdirden birbirine yakın iki mana çıkmaktadır.
1- “Halaka” fiilini lazım olarak kabul ettiğimizde mana: " Kendisinden yaratma meydana gelen, yaratmayı kendisine ait kılan, O'ndan başka yaratan bulunmayan" şeklindedir.
2- “Halaka” fiilini müteaddi kabul ettiğimizde ise mana:" O yüce zat her şeyi yaratandır" şeklindedir. [1][230]
Dipnotlar
192 İbni Aşür, XXX/ 435;
193 İsra,17/106.
194 Neml,27/92.
195 Cum’a, 62/2.
196 Müzemmil, 26/69.
197 Yunus,10/71.
[1][1]98 Şuara, 26/96
199Kirmanî, el-Burhan Fî Tevcîh-i Müteşabihi'l-Kur'an, s. 298, Mısır 1993.
200 İbni Manzür, Lisanu'lArab, V/3563, Kahire ty, Daru'l-Mearif.
201 Watt, Montgomery, Muhammed at Mecca, s. 47, Oxford, Clarendon Press, 1953.
202 İbni Aşür, XXX/ 45.
203 Binti'ş-Şatiî, et-Tefsîru'1-Beyanî lil-Kur'ani'l-Kerîm, II/15.
204 Kurtubî, XX/ 119; Muhammed Cemaluddin el- Kasimî, Mehasinu't- Te'vîl, XVII/ 513, Tahrîc, Muhammed Fuad Abdulbakî, Halebî.
205 Alüsî, XXX/ 179.
206 Muhammed İzzet Derveze, et-Tefsîru'l Hadîs, I/ 23, Kahire Ty, Halebî.
207 Tirmizî, Kitabu'l- Menakib, 21/ 3728 .
208 İbni Kesîr, es-Sîretu'n-Nebeviyye, 1/212.
209 a.g.e., aynı sayfa.
210 Müddessir, 74/2.
211 Kurtubî, XIX/ 61
212 Alak, 96/3.
213 Müddessir, 74/3.
214 Müddessir, 74/7.
215 Ali İmran, 3/64.
216 Ali İmran, 3/80.
217 Tevbe, 9/31.
218 Zümer, 39/ 3.
219 Meryem, 19/ 67.
220 A'raf, 7/54.
221 Fatır, 35/3
222 Vakıa, 56/58,59.
223 Lokman, 31/1.
224 Bakara, 2/21.
225 Şuara, 26/184.
226 Nuh, 71/13,14.
227 Mü'minün.23/115
228 İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu'1-Beyan, X/472, İst. 1389, Eser.
229 Alüsî, XXX/ 180
230 Bursevî, X/ 472; Ni'metullah Mahmut, Tefsiru Cüz'i Amme, Tahkik: Mahmut Şelebi, Mısır 1930, Daru'l Fikri'1-Arabî.
2.AYET (İNSANIN YARATILIŞI - ÜREMESİ)
O, İnsanı Alak'tan yarattı.
“Alak”kelimesi çoğuldur. Müfredi “Alakatün” dür. Alak kelimesi diğer ayetlerde müfred olarak geçmiştir. [1][231] Kuran’da yalnız bu sürede çoğul olarak kullanılmıştır. Buna sebep olarak, iki ihtimal ileri sürülmüştür.
l- Kendinden önce geçen ayetin sonundaki (Halaka) kelimesi ile uyum sağlaması için,
2- Ayette geçen “el-İnsan” kelimesi "cinsi" ifade ederek çoğuldur; eşitlik olsun diye, o da cem' olarak kullanılmıştır.[1][232]
Kur'an-ı Kerîmin değindiği temel konulardan biri de yaratılış konularıdır. Bizleri ve yaptığımız işleri yaratan [1][233] yüce Allah, bizim vakıf olmadığımız birçok şeyleri de yaratmıştır.[1][234]
Kur'an-ı Kerîmde, yaratılış olaylarını incelemek ve araştırmakla yükümlü olduğumuzu bildiren ayetler vardır.
" De ki: Yeryüzünde gezin, bakın yaratmağa nasıl başladı..? [1][235]
Yaratma ifadesi Kuran’da değişik kelimelerle zikredilmiştir. Bunlar: “Halaka-Enşee-Ceale-Fatara-Bedea” gibi kelimelerdir. Bunların içinde “Halaka” fiili, değişik kelimelerle en fazla zikredilenlerden biridir.
Mesela: ”Halaka” fiili 64 defa, “Halakaküm” fiili 16 ve “Halakna” olarak ta 24 defa zikredilmiştir. [1][236]
Yüce Allah, yaratmaya kozmik bir alev kütlesi, yüksek derecede sıcaklığı olan "Nebüla" ile başlamıştır. Kur'an-ı Kerîm aynı maddeyi "Duhan-duman " olarak tanıtmıştır. [1][237] Buna göre ortaya çıkan ilk varlıklar gökler ve yeryüzüdür. Bunların yaratılışı altı yaratılış döneminde tamamlanmıştır. [1][238]
Gerek bunların, gerek bunlardan sonra yaratılanların hepsi, Allah-u Teala'nın "Kün" emri ile var olmuştur. Ol emri, gerek Hz. İsa’nın yaratılışında, [1][239] gerek Hz. Adem'in canlı hale gelmesinde, gerekse öldükten sonra dirilmede [1][240] kullanılmıştır.
Her şeyi çift yaratan [1][241] yüce Allah, birçok ayetlerde, yaratılışın sudan olduğunu bildirmiştir." Her canlı varlığı sudan yarattık.[1][242]
1. Merhale: Topraktan Yaratılma
İlk insan, yeryüzünde bütün canlı türlerin yaratılmasından sonraki bir zamanda yaratılmıştır. Bu yaratılış, kendine has şartlar dahilinde gerçekleşmiştir. Hiçbir canlının yaratılışı, tekamül (evrim) sonucu meydana gelmemiştir. Yaratılış maddesi, kuru balçık ve çamur haldeki katı ve sıvı topraktan oluşmuştur.[1][243]
Yüce Allah, topraktan bedeni "ol emri" ile canlı hale getirmiş, hücre seviyesinde başlayan hayat belirtileri, kendi bünyesinde değişik safhalardan sonra teşekkül eden organlarıyla insan şekline kavuşmuştur. Ancak geçirdiği safhalar içinde, önce bitki, sonra hayvan oluşumu daha sonra da, hayvanın insan şekline gelmesi gibi farklı bir durum söz konusu değildir.[1][244]
Kur'an-ı Kerîmde, yaratılmadaki kademe şöyle açıklanmıştır.
"And olsun biz insanı çamurdan (meydana gelen) bir süzmeden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargahta nutfe haline getirdik. Sonra o nutfeyi alaka yaptık. Peşinden alakayı, bir çiğnemlik et yaptık. O bir çiğnemlik eti de kemiklere çevirdik. O kemiklere et giydirdik. Daha sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik.Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir. [1][245]
2.Merhale: “Nutfe-Sperma”
İlk yaratılıştaki " topraktan yaratılma" olayını bir kenara koyacak olursak, insan yaratılışının başlangıcını "Nutfe" merhalesi teşkil etmektedir.
Nutfe, Kur'an-ı Kerîmde 12 yerde geçmektedir. Bunlardan bir kaçının mealini aşağıda zikredeceğiz.
" And olsun biz insanı çamurdan (meydana gelen) bir süzmeden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargahta sütte haline getirdik.” [1][246]
" Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir
çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi, belirtilmiş bir vakte kadar rahimde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz." [1][247]
" O'dur ki (önce) sizi topraktan sonra nutfeden sonra (kan pıhtısı görünümündeki) alakadan yaratan.” [1][248]
" Kahrolası insan, ne kadar da nankördür! (Allah) hangi şeyden yarattı? Nutfe'den. Onu yarattı, ona biçim verdi sonra ona yolu (ana kanından) çıkmasını kolaylaştırdı." [1][249]
Nutfe kelimesinin (kendine ek bir sıfat alarak) “Nutfetin Emşac- karışık sperma" şeklinde bir kullanımı da vardır. Bu da Kuran’da bir yerde geçmektedir.
"Doğrusu biz insanı birbiriyle karışık bir nutfe (sperma) den yarattık.” [1][250]
Kuran’da zikri geçen, karışık spermanın gerçekleşmesi şöyle olmaktadır. Meni'nin içinde sayılamayacak kadar çok sayıda bulunan hayvancıklardan yalnız birinin yumurtaya döllenmesi Allah tarafından takdir edilmiştir. İlkah olduktan sonra, iki ayrı cisim birleşince bölünme sonunda 46 kromozom ihtiva eden bir hücre meydana gelir. İşte bu hücre. döllenmiş Yumurta veya Kur 'an 'in deyimiyle “Nutfetin Emşac” modern ilmin tabiriyle sperma ile yumurtanın birleşimi (zigot-tozoid) den meydana gelen bir adlandırmadır. [1][251]
Kuran’da insanın Meni (erlik suyu)'den yaratıldığını bildiren ayetler de vardır.
Meni: Erkeğin üreme salgılarına ve husye (testis), prostat ve meni keseciğinin ifrazlarına denir. Meni ile nutfe aynı şeyler gibi gözükse de aralarında fark vardır. Zira meni (erlik suyu) nun manası nutfeye göre daha geniştir. Nutfe ise meninin bir parçasıdır. Yaratılış menide bulunan nutfeden gerçekleşmektedir.
Meni iki kısımdan meydana gelmektedir:
a- Testislerde bulunan meni kanalcıklarının içinde bulunan meni hayvancıkları
(esas nutfe budur).
b- Bu hayvancıkları taşıyan, besleyen ve içinde yüzdürerek rahme kadar götüren sıvı. [1][252]
Nutfe ile meni arasındaki ayırıma Kuran’da da dikkat çekilmiştir. "Kendisi (insan) dölyatağına dökülen meniden bir nutfe değil miydi? [1][253]
Meni lafzı Kur'an-ı Kerîmde 3 yerde geçmektedir.
l- "İnsan, başı boş bırakılacağını mı sanır? Kendisi (döl yatağına dökülen) meniden bir nutfe değil miydi? [1][254]
2- "Attığınız meniyi gördünüz mü? Siz mi onu (insan suretinde) yaratıyorsunuz
yoksa yaratan biz miyiz? [1][255]
3- "Doğrusu O yarattı, iki çifti; erkeği de, dişiyi de. Atıldığında meniden. [1][256]
Bu ayette nutfe ve meni ikisi de geçmektedir. Ayette geçen dökülen meni, “İza Tümna” erkeğin nutfesidir.
Ananın yumurtası hep dişilik işareti verdiğinden, Yüce Allah'ın iradesiyle ceninin cinsiyetini kız veya erkek oluşunu tayin eden meni hayvancıklarıdır. Çünkü meni hayvancıklarının kimi erkek kimi de dişi işareti taşımaktadır.
3.Merhale Alaka
Alaka, (karışık) nutfe oluşumundan sonra meydana gelen safhadır. Karışık nutfenin (döllenmiş yumurtanın) rahme asılması (dut meyvası şeklini almaşı) ile başlar, Mudğa (Çiğnemik et) diye adlandırılan bedenin kütlesel olarak ortaya çıkmasıyla sona erer. [1][257]
Alaka kelimesi Kuran’da, 5 yerde geçmektedir.
1- " Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi, belirtilmiş bir vakte kadar rahimde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. [1][258]
2- " And olsun biz insanı çamurdan (meydana gelen) bir süzmeden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargahta nutfe haline getirdik. Sonra o nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta ) yaptık. Peşinden alakayı, bir çiğnemlik et yaptık. O bir çiğnemlik eti de kemiklere çevirdik. O kemiklere et giydirdik. Daha sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik. Yaratan/atın en güzeli Allah, ne yücedir. [1][259]
3- " İnsan, başı boş bırakılacağını mı sanır? Kendisi (döl yatağına dökülen) meniden bir nutfe değil miydi? Sonra alaka oldu da (Rabbi onu) yarattı, ona şekil verdi.” [1][260]
4- "O 'dur ki (önce) sizi topraktan sonra nutfeden sonra (kan pıhtısı görünümündeki) alakadan yaratan. [1][261]
5- "Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı alakdan yarattı. [1][262]
Müfessirlere göre alaka lafzı:
Eski müfessirlerin hemen hepsi, yeni müfessirlerin de bazıları alakanın, "pıhtılaşmış kan “ ed-Demül Camid ” manasına geldiğini söylemişlerdir, İngilizce yazılan meallerde de aynı ifade (cilot) kullanılmıştır.[1][263]
Yeni yapılan meallerde ise "alak" için yeni güncel yorumlar getirilmeye başlanmıştır. Mesela: Süleyman Ateş'in Mealinde " Döllenmiş Yumurta- Embriyo" şeklinde tercüme edilmiştir.[1][264] Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarından bir komisyon tarafından yapılan mealde de " aşılanmış yumurta" şeklinde geçmektedir.[1][265]
Bize göre " Aşılanmış veya Döllenmiş Yumurta" tabiri, daha ziyade “Nutfetün Emşac” ın karşılığı olsa gerektir. Zira aşılanma olayı, nutfenin rahme dökülmesinden kısa bir süre sonra gerçekleşmektedir. Meni içerisinde bulunan milyonlarca hayvancıkların hepsi yumurtayı dölleyecek durumda değildir. Çünkü bunların %20'si dölleme yapmaya elverişli değildir. Bunların çoğu yolculuk esnasında ölür. Bu milyonlarca meni hayvancığından beş yüz kadarı yumurtaya kadar varabilir. Bunların içinden yalnız bir tanesi yumurtanın kalın duvarını delerek onu döllemeyi başarabilir. [1][266]
Alaka ise yukarıda zikredilen döllenmeden sonra, yani döllenmiş yumurtanın (dut meyvası şeklinde) rahim çeperlerine asıldığı ve orada takılı kaldığı safhada oluştuğu gözükmektedir. [1][267]
Eski müfessirlerin alakaya "donmuş kan" manasını vermeleri kendilerine göre ve o zamanın tıbbi gelişmelerine göre pekte yabana atılacak bir görüş değildir. Zira rahim çeperlerine asılı bulunan alakanın etrafı kan havuzcuğuyla çevrilidir. Alakanın bu haldeyken hacminin, milimetrenin dörtte biri olduğunu göz önüne alırsak, eski müfessirlerin ona neden koyu kan manası verdiklerini daha kolay anlarız. Alakanın etrafı koyu bir kan tabakası ile örtülü olduğundan çıplak gözle görülmesi mümkün değildir. Ama dıştaki kan havuzcuğu gözle görülebilir olduğundan, eski müfessirler tarafından donmuş kan şeklinde yorum yapılmıştı. [1][268]
Bu açıklamalardan sonra akla şöyle bir soru gelebilir: Alaka'yı Türkçe’ye tercüme ettiğimizde hangi kelimeyi kullanacağız? Bu durum pek de açık değildir. Zira Alaka'yı
tek kelime ile ifade etmek pek mümkün gözükmemektedir. Döllenmiş yumurta ifadesi biraz eksik kalmaktadır. "Rahim çeperlerine asılı döllenmiş yumurta" yahut "döllenmiş yumurtanın ana rahmine tutunması (nidadition) [1][269] şeklinde bir ifade gerçeğe biraz daha yakın gözükmektedir.
Alaka'nın gelişimi:
Yumurtanın döllenmesiyle beraber arka arkaya bölünmeler başlar. Yumurta kırk saat zarfında dörde, seksen saatte otuz ikiye bölünür. Beş gün geçmeden "dut meyvası" kadar olur. Bu konuma “Morulla” ismi verilir. Sonra o kürenin içi bir sıvı ile dolar. Bu küreye de “Blastula” diye isim verilir. Bu sırada ana kürenin hücreleri dış tabaka ve iç tabaka diye adlandırılan iki tabakaya ayrılır.
Dış Tabaka “Ğayri Muhallaka” Kemirici ve besleyici hücrelerden meydana gelir. Ana
küre, rahme varır varmaz orada tutunur, rahim çeperine asılır, rahim hücrelerini kemirmeye başlar. Alaka, genelde rahmin arka kısmına özellikle üst yarısına asılır. Zira ceninin gelişmesi için en uygun yer burasıdır. Bu arada rahim, bu bölgede daha fazla kan salarak zar tabakasını kalınlaştırmak ve kan kesecikleri için hazırlıklar yapar.
İç Tabaka “Muhallaka” Yüce Allah, cenini ve cenini kaplayan zarları bu tabakadan
yaratır, ilk bakışta yuvarlak, yassı bir cisme benzeyen cenin levhası bu tabakadan oluşur. Sonra bu yassı yuvarlak görünüm uzayarak armut şeklini alır. Döllenmeden beş-yedi gün sonra ana küre rahim duvarına yerleşir. Kürenin dış tabakasındaki hücreler, rahim duvarındaki hücreleri kemirmeye ve gıdasını rahimden almaya başlar. Bu hücreler direkt olarak rahmin kan kesecikleri ile temas kurar, onlardan kendine ve cenine gerekli gıdaları alır. [1][270]
“Günümüzde bazı tefsirciler (özellikle tıp konularıyla bağlantılı ayetleri tefsir edenler) yaratma olayının alaka safhasından başladığını öne sürmüşlerdir. [1][271]
Kitabında bu konuyu işleyen Dr. Muhammed Ali el-Bar şöyle demektedir:" Müslim, Sahihinde Huzeyfe b. Esîd'den şöyle bir hadis rivayet etmiştir.
"Nutfe üzerinden kırk gün geçince, Yüce Allah bir melek gönderir. Melek ona şekil verir. Kulağını, gözünü, derisini, etini ve kemiklerini yaratır. Sonra, "Ya Rabbi, erkek mi dişi mi ?" der. Allah dilediğim hükmeder ve melek yazar. Sonra da "Ya Rabbi, eceli ne zamandır?" der. Allah dilediğini hükmeder ve melek yazar. Daha sonra yazılı rızkını sorar. Allah dilediğini hükmeder ve melek yazar. Sonun da melek elinde yazılı kağıdı ile çıkar. Emredilene hiç bir ilavede bulunmaz." [1][272]
İbn Recep el-Hanbelî, Camiu'1-Ulüm vel-Hikem adlı kitabında şöyle demektedir. "Bütün bunlar (yaratmayla bağlantılı rivayetler) yaratmanın, "Alaka" safhasında mümkün olacağı esasına dayanıyor. Nitekim yukarıda geçen Huzeyfe b. Esîd hadisi de buna delalet etmektedir. Tıp doktorları da yaratma planının "Alaka" üzerine çizildiğini söylemektedirler. [1][273]
4- 4. Merhale: Mudğa ve Diğer Evreler.
Mudğa, yaratılış evrelerinden biridir. Çiğnenmiş et görünümünde olduğu için bu ismi almıştır. Mudğa dönemi üçüncü haftada "Somit" denen beden kütlelerinin görünmesi ile başlar. Bu kütleler, üçüncü haftada arka arkaya çıkmaya başlar ve orta hattın her iki yanında olmak üzere dördüncü haftanın sonunda kırk küsur kütleye varır. Tomurcuk şeklindeki eğri kabartılar bu dönemde görülür. Somitler, orta hattın her iki yanında çıkar, sonunda omuriliğe dönüşecek olan sinir oluğunu kuşatırlar. Yüce Allah, kıvrılıp omuriliği kapatan omurga kemiklerini de bu somitlerden yaratır. Nitekim adale veya Kuran’ın tabiri ile " Lahm-et-" bu somitlerden yaratılır. [1][274]
" O bir çiğnemlik eti de kemiklere çevirdik. O kemiklere et giydirdik. Daha. soma onu başka bir yaratılışla insan baline getirdik. Yaratanlatm en güzeli Allah, ne yücedir. [1][275]
Dördüncü haftada tekamül eden mudğa, beşinci ve altıncı haftalarda omurlara dönüşür. Bu omurlar, ilk önce kıkırdak halindedir. Sonradan “ Azm –kemik”leşirler. Altıncı
ve yedinci haftalarda “ Lahm-kas”lar oluşur. Daha sonra kaslar kemiklerin üzerini kaplar. [1][276]
Kuran’da geçen bilimsel ifadeler günümüzde tespit edilmiş bilgilerle karşılaştırıldığında aradaki uyumluluk açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Ortaçağ boyunca, efsaneler ve temelsiz tasavvurlar, çeşitli düşüncelere kaynaklık etmişti: bu telakkiler ondan sonra da yüzyıllarca devam etti. Embriyolojinin tarihinde belli başlı aşamanın, 1651 yılında Harvey'in ortaya attığı "her canlı başlangıçta bir yumurtadan gelir" sözü olup, embriyonun yavaş yavaş ve kısım kısım geliştiği bilinmektedir. Fakat o dönemlerde henüz ilerlemeye başlayan bilimin, mikroskobun bulunmasından geniş ölçüde yararlanmakla birlikte, bizi şu anda ilgilendiren üreme konusunda, hala yumurta ile sperma hücresinin karşılıklı rollerini tartışıldığını da hatırlamak gerekir. Tabiat bilgini Buffon, yumurtanın rolünü savunanlar safında yer alırken, Bonnet, tohumların kutulandığı tezini savunuyordu: Ona göre, insanlığın anası olan Hz. Havva'nın yumurtalığı bütün insanların tohumlarını, birbirine geçerek kurulanmış olarak ihtiva etmeliydi. Bu hipotez 18. yüzyılda epeyce itibar görmüştü. İşte o çağdan bin yıldan fazla bir zaman önce, hayali ve akıl almaz inançların muteber olduğu bir dönemde, insanlık, Kuran’ı tanımıştı. Kur'an, insanların keşfetmek için yüzyıllarını harcayacakları, insanın üremesi konusunda temel gerçekleri, sade bir anlatımla insanlığa açıklıyordu.[1][277]
İkinci ayette "insanı yarattı" buyrularak özellikle insana dikkat çekilmiş, diğer bir ayette ise "yerlerin ve göklerin yaratılması insanların yaratılmasından daha büyüktür." [1][278] buyrulmuştur.
Allah-u Teala'nın özellikle insanı zikretmesinin sebebi Zemahşerî'nin de işaret ettiği gibi Kıır'an 'in insanoğluna indirilmesinden dolayıdır.[1][279]
Kurtubî'ye göre ise, insana şeref vermek, yahut insanoğluna, ne kadar çok nimetler verildiğini açıklamak için insan, özellikle zikredilmiştir. [1][280]
İnsanoğluna Kur'an indirilmiş, ikramların en güzeli ona sunulmuştur. "And olsun biz. Adem oğullarına (güzel biçim, mizaç ve aklî kabiliyetler vermek suretiyle) çok ikram ettik, onları karada ve denizde (hayvanlar ve taşıtlar üzerinde ) taşıdık. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık." [1][281]
Ayette " İnsanı Alaktan yarattı" buyrularak insanın yaratılışındaki evrelerden özellikle alakaya dikkat çekilmiştir. Çünkü çok değişik bir kavram olan alak, dinleyenler tarafından hemen dikkatleri çekerek, vahyin ilk ayetlerinde dikkatler Allah'ın Yüce Kudretine yönelecektir.
Bunun yanında birinci ve ikinci ayetlerin sonlarında bulunan “ Alaka – Halaka ” kelimeleriyle lafız ve musikî uyumu sağlanmaktadır.
Dipnotlar
231 Hac, 22/5; Müminün, 23/14; Ğafır, 40/67; Kıyame, 75/38.
232 Muhammed b.Ebî Bekr b.Abdi'l Kadir er-Razî, Mesailu'r-Razî ve Ecvibetuha min Garaibi Ayi't-Tenzîl, s. 378, B.2, Tahkik: İbrahim Adve İvad, Mısır 1985, Halebî.
233 Saffat, 37/96.
234 Nahl, 16/8.
235 Ankebüt, 29/20.
236 Fuad Abdulbakî, el-Mu'cem, s. 241,242.
237 Fussilet, 41/11
238 Araf, 7/54; Yunus, 10/3; Hüd, 11/7; Furkan, 25/59; Secde, 32/4; Kaf, 50/38.
239 Alî İmran, 3/ 47.
240 Nahl, 16/39,40
241 Şuara, 26/7; Lokman, 31/10; Kaf, 50/7; Ra'd, 13/3; Zariyat, 51/49.
242 Enbiya, 21/30; Furkan, 25/54; Nur, 24/45; Fatır, 35/11.
243Ali İmran, 3/59; Hicr, 15/26; Hacc, 22/5; Secde, 32/7; Mü'minün, 23/12; Saffat, 37/11; Rahman,
55/14.
244 Sakıp Yıldız, Kur'an Işığında Yaratılış Konuları, s. 58.
245 Müminun, 23/12-14
246 Müminun, 23/12-14
247 Hacc, 22/5.
248 Mü'min, 40/67.
249 Abese, 80/17-20.
250 İnsan, 76/2.
251 Muhammed Ali el-Bar, Halku'l-İnsan Beyne't-Tıbbi vel-Kur'an, s.133, B.6, Suüd 1986; Bazı yorumcular "Nutefetun emşaç" 'ı, testiküller, sperma keseleri, prostat ve sidik yolarmm salgıladığı ifrazattan oluşan meni şeklinde açıklamışlardır. Maurice Bucaılle, Kitab-ı Mukaddes Kur'an ve Bilim, s.299, Trc. Suad Yıldırm, İzmir 1981.
252 a.g.e.,s. 110
253 Kıyame, 75/37.
254 Kıyame, 75/36, 37.
255 Vakia, 56/58,59.
256 Necm, 53/46. '
257 Bar, s 20.
258 Hacc,22/5.
259 Mü’minün, 23/12-14.
260 Kıyame, 75/36, 37,38.
261 Mü'min, 40/67
262 Alak. 96/1.2.
263 The Holy Qur'an, Wıth Englısh Translatlon, Ali Özek, Nureddin Uzunoğlu ve diğerleri, s.596, 3. B. İst. 1996, İlmi Neşriyat, ; Interpretatıon of The Meanings of The Noble Qur'an, Muhammed Muhsin Khan - Muhammed TaQi-ud-dın al Hilali, B.12, 1995, Darusselam
264 Süleyman Ateş, Kur'an-ı Kerîm ve Yüce Meali, s. 597, Ankara 1983, Kılıç Kitabevi,
265 Kur'an-ı Kerîm ve Türkçe Açıklamalı Meali, s. 596, (Komisyon) Medine-i Münevvere 1992, Kral Fahd Basım Kurumu,
266 Bar, s. 162
267 Bar, s.202.
268 Bar, s.204; Desidua (gebelik rahim iç zarına verilen isim) sadece implantasyon (rahme aşılandığı yer) bölgesinde vasküler reaksiyon (kan damarları ile değişim) vuku bulur. 9.5 günlük embriyonun 2/3 ü implante olmuş; yani rahme gömülmüştür.Implantasyon yeri ufak bir kırmızı leke olarak görülür.Embriyo 12.5 günlük oldıığıında gebelik ürünü, implantasyonunu tamamlamış embriyonun etrafında Lakünler matemal (anneye ait kanla) dolmuştur. Muhammed Ali el-Bar, Kur'an-ı Kerîm ve Modem Tıbba Göre insanın Yaratılışı, s. 85, Trc.: Dr. Abdulvehhab Öztürk, Anakara 1996, T.D.V.Y.
269 Maurice Bucaille, Kitab-ı Mukaddes Kur'an ve Bilim, s.295
270 Bar, s.205.
271 İbnAşür,XXX/438.
272 Bkz., Müslim, Kitabu'l-Kader, l/ 4783; Buharî, Kitabu'l-Enbiya, l/ 8; Tirmizî, Kitabu'1-Kader. 4/2137.
273 Bar, s.210.
274 a.g.e-.s. 113.
275 Mü'minün, 23/12-14
276 Kur'an-ı Kerîm ve Modem Tıbba Göre insanın Yaratılışı, s. 113.
277 Kitab-ı Mukaddes Kur'an ve Bilim, s. 305, 306.
278 Ğafir, 40/ 57.
279 Zemahserî, Ebu'l-Kasım Carullah Mahmud b. Ömer, el- Keşşaf an Hakaikı't-Tenzîl ve Uyuni'l- akavîi fî Vücudi't- Te'vîl, s.223. Daru Alemi'l- Ma'rife,
280 Kurtubi, xx/119
281 İsra, 17/70.
3. AYET (ALLAH'IN KEREMİ)
Oku. Rabb'in en büyük kerem sahibidir.
Üçüncü ve birinci ayetin başlangıcında “ İkra ”kelimesi vardır.
Tekrarın gerekçesi için değişik yorumlar yapılmıştır.
a- Birinci ayetteki "oku emri" ile Resulün kendisine, üçüncü ayetteki ile Resulün
başkasına okuması, risaleti tebliğ etmesi emredilmiştir. [2][282]
b- Birinci oku emri namazda okıı manasında, ikincisi ise namaz haricinde oku, veya birinci emir, öğrenmek, ikinci emir öğretmek manasındadır. [3][283]
c- İkinci oku emri, birinci emrin tekidi dir ve cümle burada bitmektedir. “ Ve Rabbükel Ekrem ”cümlesi ise yeni bir başlangıçtır. [4][284]
d-İkinci okuma emri, Resül'de okumanın meleke alışkanlık haline gelmesini temin etmek içindir. [5][285]
e- İkinci okuma emri, “ Ünsiyeti ”meydana getirmek için tekrarlanmıştır.[6][286]
Bütün bu görüşleri incelendiğinde söylenenlerin birbirine yakın şeyler olduğu görülmektedir. Ne var ki, "birinci emir kendisine, ikincisi tebliğ için" şeklindeki Razî'nin görüşü, gerçekle örtüşmemektedir. Zira vahyin ilk ayetleri olan bu emirlerin ikisi de direk Resuledir. Tebliğ dönemi henüz başlamamıştır.
"Namazda oku emri" görüşü de uygun değildir. Çünkü namaz daha sonraları farz kılınmıştır, "okumada meleke kesb etmesi" yorumu da ayetin konumuna uygun düşmemektedir. Zira Resul vahiy ile ilk defa karşılaşmıştır. Meleke kesb etmesi bir yana, ilk etapta olayın şokunu yaşamaktadır.
Müfessirlerin kendilerini "ikinci oku emrini birincisiyle bağlantı kurmaya mecbur hissetmeleri", onları böyle değişik yorumlara yöneltmiştir. Halbuki her ayeti kendi kalıbında tüm olarak ele alırsak ayetlerde tekrar olmadığını, çok değişik manaları ihtiva ettiğini görülecektir.
Buna göre: Birinci ayette Resul, Allah'ın kendine vahy ettiklerini okumaya davet edilmektedir. Okuyacaktır, Zira vahy, Yaratan tarafından gelmektedir. Bu vahy, ne bir şair sözüdür, [7][287] ne kahin uydurmasıdır, [8][288] ne de şeytanın vahyidir.[9][289]
Üçüncü ayette ise Resul, Yüce Rabbinin fazlının ne kadar geniş olduğu, kereminin ne kadar fazla olduğunu ve ancak o Rabbin ibadete layık olduğunu hissederek okuması emredilmektedir.
"Rabbin en büyük kerem sahibidir."
“ el-Ekrem ” en büyük kerem sahibi demektir. Allah'ın keremine yetişecek hiçbir kerem sahibi yoktur. Allah'ın bahşettiği nîmetler sonsuzdur, saymaya gelmez. [10][290] Yüce Allah, keremini ya bizzat ihsan edecek ya da ona giden yolları sebeplerle kolaylaştıracaktır.[11][291]
Müfessirler “ el-Ekrem ” sıfatının münasebetini kurmak için değişik yorumlar ileri sürmüşlerdir.
a- O Allah en büyük kerem sahibidir. Resul'un okuduğu her harf için on sevap verecektir. Mana: "Sen başka bir gaye için değil, ancak benim için oku. Ben sana aklının alamayacağı kadar mükafat vereceğim." şeklindedir.[12][292]
b- Sen Ey Resul, kerîmsin, ancak ben senden de kerîmim. Benim keremim en büyüktür. Zira benden başkaları bir ikram yaptıklarında menfaat, medh, sevap gibi karşılık beklerler. Ben ise ikramımı, sırf ikram olsun diye yapıyorum.[13][293]
c- Rabb'in Ekrem'dir. Çünkü bütün keremlerin ilk çıkış noktası ondadır.[14][294]
d- Rabbin Ekrem'dir. Zira kulların cehaletine karşı müsamahakardır. Onların cezasını vermekte acele etmez.[15][295]
e- Rabbin Ekrem'dir. O'nun ekremiyeti; Zatında, vasıflarında, yaptığı işlerdedir. Yapmış olduğu yaratma (Halaka) ve öğretme (Alleme) tamamen kendi kereminden, iyiliğinden ve ihsanındandır.[16][296]
Allah-u Teala'nın yalnız bu ayette kullanmış olduğu elif lamlı “ el-Ekrem ” "sıfatını yukarıdaki görüşlerle sınırlamak yetersizdir. Nitekim Allah'ın Kerem'i zikredilenlerin hepsinin üstündedir.
Yüce Allah bu sıfatı bazen kendisine isim olarak bazen de zatına bir vasıf olarak kullanmıştır.[17][297] İnsanların “Kerim-Ekrem ” sıfatlarını Allah hakkında izafi olarak karşılaştırmaları her zaman eksik ve yetersiz kalacaktır.
Yüce Allah'ın bu ayetlerde vermek istediği mesaj; “Ancak kendisinin ibadete layık olması ve böyle bir Rabb'in ismiyle okumayı emretmesidir.”
Dipnotlar
282 Fahreddîn er-Razî.et-Tefsîru'l Kebîr, XVI/ 17 (Cüz 32), B.l, Beyrut 1990, Darul - Kütübü'l- İlmiyye.
283 a.g.e., aynı sayfa.
284 Alüsî, XXX/ 119; Muhammed Tevfik Ubeyd, Tefsiru Cüz-i Anune, s. 123, Dimeşk 1952, el-Mektebetu'l- Arabiyye,.
285 Ahmet Mustafa el-Merağî, Tefsîru'l-Merağî, XXX/ 199, Mısır 1974, Halebî; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5951.
286 Cemel.IV/ 561.
287 Hakka, 69/41.
288 Hakka, 69/42.
289 Tekvîr, 81/25.
290 İbrahim, 14/34.
291 et-Teberessî, XIX/ 514.
292 Razî,XV1/17
293 a.g.e., s.l7
294 a.g.e., s.l7
295 Kurtubî, XX/ 119; Bursevî, X/ 473.
296 Kasımî, Mehasinu't-Te'vîl, XVII/ 6210,Tahrîc: Muhammed Fuad Abdulbakî.
297 Mü'minün, 23/116; Neml, 27/40; İnfitar 82/6.
.AYET (KALEMİN ÖNEMİ)
O, (insana) kalemle (yazmayı) öğretti.
Ayetin kendinden önceki ayetlerle bağlantısı şu şekildedir:
Yüce Allah, birinci ve ikinci ayetlerde kudretinin yüceliğine, hikmetine ve rahmetine delalet eden aklî delillere dikkat çekmiştir. Dördüncü ayette ise, ancak duymakla elde edilecek yazılı hükümlere dikkat çekilmiştir, îlk ayetlerde Rububiyeti tanımaya, bu ayette ise Nübüvveti tanımaya işaret edilmiştir. Rububiyeti tanıma ilk etapta zikredilmiştir. Çünkü O'nu tanımak için nübüvveti tanımaya ihtiyaç yoktur. Nübüvveti tanımak, ancak rububiyeti tanımakla elde edilmektedir.[18][298]
Allah-u Teala ilk üç ayette kendisi için iki vasıf zikretmiştir. Bunlar, "İnsanı Alak’tan yaratmak" ve "Kalemle Öğretmek"tir.
Alakadan yaratmak ile kalemle öğretmek arasındaki bağlantı şu şekildedir: Alaka, varlık aleminin en alt kademesinde bulunan bir nesne, ilim ise, mertebelerin en yükseğidir. Sanki Allah'u Teala şöyle demektedir:
"Sen, mertebelerin en düşüğü (alaka)'dan en kıymetli mertebeye (ilim)'e yükselmiş bulunuyorsun. Bütün bu işleri yapan zat ibadete en layık olanıdır. Yoktan var etmek, yaratmak, rızık vermek. Kerem ve Rububiyyettir. Bunun ikramı ise, sana ilimin verilmesidir. Zira ilim mertebelerin en şereflisidir.[19][299]
Seyyit Kutup, ayetler arası bağlantı ve ilmin kaynağı konusunda şöyle demektedir: "Resul (s.a.v.) ile Mele-i A'la'nın bağlantısı kurulur kurulmaz ve kendisi için seçilen dava yolunda ilk adım atılır atılmaz, Allah, Peygamberi’ni adıyla okumaya yönlendirmiştir. "Yaratan Rabb'in adıyla oku." Ve hemen başlangıçta, Rabb'in yaratıcılık vasfına dikkat çekilmektedir. (ellezi Halak) Sonra insanın yaratılışı ve başlangıcı özelleştiriliyor. (Halakal insane min Alak) Gerçekten de insanın başlangıcı ile, varacağı sonuç arasında son derece büyük bir göç vardır. Ama Allah, Kadirdir, Kerîmdir. Bu yüzden o baş döndürücü bu gücü gerçekleştirmiştir.
Bu hakikatin yanı sıra, öğretme gerçeği de ortaya çıkmaktadır. Rab, insana kalemle öğretmiştir. Çünkü kalem eskiden olduğu gibi bugün de insan hayatında, en yaygın en derin öğretim vasıtalarından biridir. Bu gerçek o zamanlarda günümüzdeki kadar ortaya çıkmamıştı. Ama Yüce Allah kalemin kıymetin!, ehemmiyetini bildiği için beşeriyetin ve en son risaletin başlangıcında daha ilk sürede, ilk ayetlerde bu gerçeğe işaret etmiştir. Halbuki bu risaleti getiren Peygamber (s.a.v.), yazabilen birisi değildi. Şayet Resulün söylediği bu sözler, bir vahy ve bir risalet ifadeleri olmasaydı bu gerçekler daha ilk andan itibaren ortaya çıkamayacaktı.
Sonra, ayeti kerîme bilginin kaynağının Allah olduğunu, insanın, bildiği şeylerin tümünü o kaynaktan aldığım, bu varlık aleminde açılan her esrarın -kendi hayatında ve nefsinde tecelli eden her sırrın- O'nun eseri olduğunu, eşi bulunmayan kaynaktan doğduğunu ifade ediyor.
Resulün Mele-i A'la ile bağlantı kurduğu ilk anda nazil olan bu tek bölümle, geniş bir iman düşünce kaidesi ortaya konulmuştur.
Her şey, her hareket, her adım ve her iş Allah’ın adıyla ve Allah adına başlar. Allah'ın adıyla başlar ve Allah'ın adıyla yürür ve O'na yönelir, O'na varır. Allah, O'dur yaratan, O'dur öğreten. Başlangıç ve ilk yaratma O'ndandır. Öğretme ve bilgi O'ndandır. însan, öğrenebildiğim öğrenir ve öğretebildiğini öğretir. Bütün bunların kaynağı, yaratan ve öğreten Allah'tır." [20][300]
“el-Kalem” lafzı kendisiyle yazılan şeylere denir. Buna göre, ayetin yorumu şu şekilde yapılmaktadır, "însana kalemle yazı yazmayı öğretti." [21][301] Kalem'in çoğulu “ Aklam ”dır. Kök olarak; " Bir miktar kesmek, budamak, yontmak, ülke, bölge, mıntıka, yazı, kumar oku, stil gibi manalara gelmektedir. Yazı yazdığımız kalem, kendisinde yazma işlemi, kademeli olarak gerçekleştiği için bu isim verilmiştir. [22][302]
Kalem Lafzı, Kur'an-ı Kerim'de, tekil [23][303] ve çoğul olarak iki defa zikredilmiştir.[24][304]
Dil bilimin de isim yapmış Ferra, Ebü Ubeyde, Zemahşerî gibi bilginlerin hiç biri bu kelimenin aslına temas etmemişlerdir. Günümüz Arap Dili Araştırmacılarından G.Bergstrassen'ya göre. Kalem lafzı ilk zamanlardan beri, Yunanca’da "Kalamos", Habeşlilerde "Galam" şeklinde kullanılıyordu. Yazma olayı Arap ülkelerinde yaygınlaşmaya başlayınca, Araplar, Yunan dilinden bu kelimeyi alıp kendi dillerine ithal etmişlerdir. Yahut Habeşliler, Yunanlılardan, Araplar da Habeşililerden almışlardır. [25][305]
Saîd (Katade)den rivayet ettiğine göre: Kalem Allah-u Teala'nın büyük bir nimetidir. Şayet kalem olmasaydı ne din ikame edilirdi, ne de yaşantı olurdu. [26][306]
Mücahid'in rivayetine göre: Allah Teala dört şeyi eliyle yaratmıştır. Diğerlerini is ”Kün-Ol” demiştir ve onlar da oluvermiştir. Bu dört şey: Kalem, Arş, Adn Cenneti ve Adem (a.s.) dır.[27][307]
İbni Cevzî, Kalem süresini tefsir ederken bu konu için özel bir bölüm ayırmıştır. Bölümün sonunda kalemleri mertebe ve şerefine göre sıralama yapmıştır:
1- Mahlukatın kaderim yazan kalem.
2- Vahyi yazan kalem.
3- Fıkıh-İslam hukukçularının ve müftülerin kalemi.
Bunların devamında Cevzî şunları zikretmiştir. "Tıpla alakalı bilgileri yazan kalem, Müslüman liderlerin imza için kullandığı kalem, malları hesaplamak için kullanılan kalem, hukukçuların karar vermek için kullandıkları kalem, hakkı korumak, yardımcı olmak için yapılan şahitlikte kullanılan kalem, rüya tabirlerinde kullanılan kalem, tarih yazan kalem, edebiyat yazan kalem. [28][308]
Bursevî ise, " Bu ayette en yüksek kaleme işaret vardır ki, bu da; Varlık aleminin ilk mevcudu olan Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ruhudur", şeklinde mistik bir yorum yapmıştır.[29][309]
Kurtubî, tefsirinde "Büyüklerimizin dediklerine göre kalemler aslında üç türlüdür:
a- Allah-u Teala'nın kendi eliyle yarattığı ve yaz diye emrettiği kalemdir. Rivayet edildiğine göre;"... Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir..." [30][310]
b- Meleklerin yazdığı kalem. Bu kalemle insanların işlediği amelleri yazarlar. [31][311]
c- insanların kullandığı kalemler." şeklinde bir yorum yapmıştır. [32][312]
Bu görüşlerin birincisinde Allah'ın kudret ve azametine dikkat çekilmiştir. Kaza ve kaderde bu kalem büyük rol oynamaktadır. Varlık aleminde bütün olanlar ve olacaklar bu kalemle tespit edilmiştir. İkinci görüşteki kalem ise, dünyada yapılan amellerin kayıt ve tescilini ifade etmektedir. Kişilerin yaptığı işler melekler tarafından kalemle tespit edilecek, kıyamet günü bir kitap şeklinde insana sunularak" Kitabını oku" [33][313] diye nida edilecektir.
Yukarıda zikredilen görüşlerden ilk ikisinin ayetle bir bağlantısı olmadığı açıktır. Üçüncü görüş ise ayette zikredilen kaleme en uygun olan görüştür.
Kalem, eski çağlarda, kamalarla taşlara yontma kemiklere ve derilere yazmayla gerçekleşiyordu. Günümüzde ise, kağıtlara disketlere gerek klavye yoluyla bazen de hiç yorulmadan scanner yoluyla gerçekleşmektedir. Ama neticede bir şeyler okunmakta ve okutulmaktadır. İslam dininde tasvir yasaklanırken yazının yüceltilmesi ve kutsî bir anlam kazanması, medeniyet tarihinin belki de en ilgi çekici gelişmelerinden birine sebep olmuştur. Yazılı küçük bir kağıt parçasının bile ayak altında kalmasına razı olmayarak yerden hürmetle alıp yüksekçe bir yere koyan Müslüman’ın tavrı, şüphesiz, yazıyı eşsiz bir ifade vasıtası haline getiren sanatçı tavrının bir başka tezahürüdür. Hattatlık hakkında önemli bir eser yazan Nefes zade İbrahim, kalemin fazileti için Allah'ın ona kasem buyurmuş olmasının yeterli olduğunu söyler. " Nun. Kaleme ve kalemle yazdıklarına and olsun." [34][314]
Dinin gereği olarak figürden kaçan Müslüman sanatçının, yazıyı aslî fonksiyonu dışında, apayrı bir ifade vasıtası olarak kullanmasına yol açmıştır. Arap alfabesi bunun için Müslüman sanatçının tükenmez kaynağı ve şekil repertuarı haline gelmiştir. Harflerin tabiattaki şekillerle doğrudan veya dolaylı hiçbir ilgilerinin bulunmaması, onun, tecessüsünü hür olarak yazıya yöneltmesini sağlamış ve bundan benzerim başka bir medeniyette görmediğimiz, bütünüyle İslam medeniyetine has bir ifade biçimi doğmuştur. Yine bunun için, tekniği prensipleri, metotları en ince ayrıntılarına kadar tespit edilen tek sanat kolu belki de yazıdır. [35][315]
“ellezi Alleme bil Kalem-O (Allah), kalemle (yazmayı) öğretti ”
Acaba ayetin muhatabı kimdir? Yani Allah kime yazmayı öğretmiştir? Bu konuda yorumlar farklıdır. [36][316]
1- Adem (a.s.) dır. Çünkü ilk yazan kişi odur. Bu rivayet, Ka'bul Ahbar'dan rivayet edilmiştir.
2- İdris (a.s.) dır. Bu görüşü Dahhak rivayet etmiştir.
3- Bütün yazanları kapsamaktadır.
İleri sürülen bu görüşlerin dayandıkları ana nokta, ayette geçen"Alleme" fiiline ikinci veya üçüncü mefül arama çabalarıdır.
Müteaddî olan “Alleme” fiilini lazım konumunda olursa bu görüşlere gerek kalmayacak ve mana daha sağlıklı olacaktır. "O, kalemle öğretti" şeklinde anlaşılan mana, birtakım eklemelerle yapılacak yorumlardan daha sağlıklı olacaktır. [37][317]
Burada bir konuya dikkat çekmek gerekmektedir. Tefsir kitaplarının en büyük handikabı olan Dahîl-İsrailiyyat, araştırmamızı yaparken çokça önümüze çıkmaktadır. Bu konuda titiz davranarak bu görüşleri delil olarak çalışmamıza koymuyoruz. Ancak bu uydurma görüşlere dikkat çekmemiz de gerekmektedir.
Mesela bu ayetle alakalı bazı tefsir kitaplarında İbni Mes'ud'dan olduğu iddia edilen bir rivayete göre Resul, şöyle söylemiştir: “Hanımlarınızı çardaklara bırakmayın, onlara yazmayı da öğretmeyin.” [38][318]
Yazmayı öğretmemeye sebep olarak da "okumayı öğrenirse gönlünün çektiğine mektup yazacak, böylece fitneye sebep olacaktır" şeklinde yorum yapmışlardır. Fitnenin cehaletten geldiği bilinen bir gerçek iken böyle bir yorumu ileri sürmenin vebali çok büyüktür.
Dipnotlar
298 Razî,et-Tefsîru'l-Kebîr, XVI/ 17.
299 a.g.e.. Aynı sayfa; Bursevî, X/ 474.
300 Fi Zilali'l- Kur'an, VI/ 3938 ve devamı.
301 Kurtubî, XX/ 120.
302 Lisanu'lArab, III/ 3729.
303 Kalem, 68/1 ;Alak, 96/4.
304 Lokman, 31/27;Ali İmran, 3/44.
305 Mahmüd Ahmed Nede, Luğatu'l-Kur'anu'l-Kerîm Fî Cüz-i Amme, s. 749, Beyrut 1981, Daru'n-Nahdatu'l - Arabiyye.
306 a.g.e.,s.749.
307 a.g.e.,s.749.
308 Binti'ş-Şatiî, II/ 23.
309 Bursevî, Tefsîru Ruhu'l-Beyan, X/ 473.
310 Kurtubî,el-Cami' li Ahkami'l-Kur'an, XX/ 121, Hadisin başlangıcı ve sonu vardır, bkz, Tirmizî,
Kader, 17/2155; Ebu Davut, Kitabu's- Sürme, Hadis No: 4700.
311 İnfitar.10.
312 Kurtubî, XX/ 121
313 İsra, 17/14.
314 Kalem, 68/ l; Beşir Ayvazoğlu, Aşk Estetiği, s. 127, İst. 1993, Ötüken.
315 a.g.e., s. 128.
316 Kurtubî, XX/ 121.
317 a.g.e.,aynı sayfa.
318 Cemel, IV/ 562; Kurtubî, XX/ 121.Yaptığımız araştırmalarda Kütübü Tis'a da bu rivayete rastlayamadık.
5.AYET İLMİN MUHATABI
“O insana bilmediğini öğretti.”
Müfessirler bu ayetin, kendinden önce geçen ayetten bedel olduğunu söylemişlerdir. Buna göre mana, "Allah insana kalemle yazmayı ve başka bilmediği birçok şeyleri de öğretmiştir."
Bir önceki ayette, öğretme olayının kaynağı Rabb'e ait olduğu tescil edilmiştir. Bu ayette ise öğretilen ilmin muhatabı tespit edilmektedir.
“Alleme” fiilinin bu ayetteki konumu iki mef’ul almaya yöneliktir. Zira mef’ullar ortadadır.
İlk meful olan "el-İnsan" ın kim olduğu hakkında çeşitli görüşler vardır.
1- Adem (.a.s.) dır. [39][319] Zira Allah O'na eşyanın bütün isimlerini öğretmiştir. [40][320]
2- Resul Muhammed (s.a.v.) dır. [41][321]Nitekim başka bir ayette kendisine “(Allah) sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir " buyrulmuştur. [42][322]
3- Genel olarak tüm insanlığa şamildir. [43][323]Ayette, Allah sizi analarınızın karnından çıkardığı zaman hiçbir şey bilmiyordunuz.[44][324] buyrulmuştur.
Bu görüşler içinde üçüncü olarak zikredilen görüş tercihe en uygunudur. Kur'an ayetlerinde hususî hitap zikredilmediği müddetçe genele yönelmek. Kur'an'ın davetine daha uygundur, İkinci ayette “Alak”tan'tan yaratılan insan kim ise, beşinci ayette Allah'ın öğrettiği insan da aynıdır. Bütün insanlar alaktan yaratılmış ve bütün insanlara bilmedikleri şeyler öğretilmiştir.
İkinci meful ise “Ma lem Ya’lem” dir.
"Bilmediği şeyler" ifadesi: tüm ilimlere şamildir.İnsanoğlu ana kanundan hiçbir şey bilmez olarak dünyaya gelmiş, [45][325] sonra bilmediği şeyleri öğretmiştir. [46][327] İnsanın elde ettiği ve edeceği bütün ilimlerin çıkış noktası ve ana kaynağı Allah-u Teala'dır.
Ayette ince bir gönderme ile "Resül'un kaleme ihtiyacı olmadan da okutulacağı ve öğretileceğine dikkat çekilmiştir. [47][328] İnsanı alaktan yaratan ve ona bilmediklerini kalemle öğreten Ekrem Zat için, Mevhubî olan risalet müessesesini -kalemle yazmasını bilmeyen- bir kula bahşetmesi ve ona bilmediklerini öğretmesi gayet mantıklı ve basit bir iştir.
Bu ayette Hz. Peygamber (s.a.v.)'in okumak için yazmaya ihtiyacı olmadığı zımnen anlatılmıştır. Bu meyanda akla: Resul'e Nübüvvet geldikten sonra kalem ile yazmayı öğrenmesi gerekmez miydi? gibi bir soru gelmektedir. Kur'an'da geçtiği üzere "Sana (Kur'an'ı) okutacağız ve sen onu unutmayacaksın [48][329] buyrulmuştur. [49][330] Bu ayet aynı zamanda Allah-u Teala tarafından bir garantidir. Vahiy müddetince Resul kendisine gelen vahyi yazmasa bile unutmayacaktır. Ancak yüklendiği emaneti ümmetine taşıması için vahiy katiplerine ayetleri tescil ettirmiştir.
Akla şöyle bir soru da gelmektedir. Acaba Resul, kendisi yazmamakla birlikte, yazılanı okumayı nübüvvetten sonra da mı bilmiyordu? Bu konuda meşhur olarak bilinen, nübüvvetten sonra da Resul okumayı bilmiyordu. Nitekim Hudeybiye anlaşmasında yazılan bir kelimeyi silmek için, hangisi olduğunu Hz. Ali'ye sormuştur. Ancak Şifa kitabında geçtiği üzere, katibi Hz. Muaviye'ye; "Divite mürekkep koy, kalemi yan kes, "Be" harfini uzat, "Sîn" harfini farkettir, "Mîm" harfini körletme, "Allah" (lafzını) tahsîn, "er-Rahman" (lafzın)ı med, "er-Rahîm" (lafzın)ı tecvîd eyle." mealindeki Besmelenin hattı için kullandığı tabirlerden yola çıkarak yazıyı bildiği de söylenmiştir. [50][331] Bu rivayet mantıklıdır. Ancak bu tarifleri vahy-i ilahî ile yapabileceği gibi, yirmi üç sene Kuran’ı, okumak-yazdırmak vazifesi olan bir zatın bu müddet zarfında yazmayı da öğrenmiş olması mümkündür. Ancak ortada bir gerçek vardır. Resul'ün, nübüvvet inene kadar okuma-yazmayı bilmediği kesin delillerle sabittir.
"(Ey Muhammed) sen bundan önce bir kitap okumuyordun. Elinle de O 'nu yazmıyordun. Öyle olsaydı o zaman (Allah'ın sözlerini boşa çıkarmaya çalışan) iptalciler, kuşkulanırlardı, (ama şimdi ne diye şüpheleniyorlar). [51][332]
Nübüvvetten sonra okuma yazma bilmesi ise, iptalciler için şüphe kaynağı değil, te'yid olurdu. Fakat bilfiil yazmadığı ve başka bir kitap mütalaa etmediği kesindir.
Dipnotlar
319 Kurtubî, XX/ 122.
320 Bakara, 2/31
321 Kurtubî, XX/ 122.
322 Nisa, 4/113.
323 Kurtubî, XX/ 122.
324 Nahl, 16/78
325 Nahl, 16/78.
326 Alak, 96/5.
327 Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5952.
328 A'la, 87/ 6.
329 Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5952.
330 a.g.e., s. 5953.
331 Ankebüt, 29/48.
332 İbni Aşür, XXX/ 444.
6- 15 AYETLER (İNSANIN AZGINLIĞI)
“Hayır, (Rabbinin bu kadar iyiliğine rağmen yine) insan azar; Kendini zengin (kendine yeterli) gördüğü için. Dönüş Rabbine dir. (O, insanın hesabını görecektir.) Gördün mü şu men edeni: Namaz kılarken bir kulu (namazdan)? Gördün mü ya o (kul) doğru yolda olur. Yahut kötülüklerden sakınmayı emrederse? Gördün mü, ya bu (adam, hakkı) yalanlar yüz çevirirse? Allah'ın gördüğünü bilmiyor mu ?”
Bir insan tiplemesi olan azgınlıktan bahseden bu ayetler, daha sonra zikredilecek 9-19. ayetler için bir nevi mukaddime niteliğindedir.[52][333]
Bu ayetlerin ilk beş ayetten bir müddet sonra indiği kesin bir gerçektir. Bu kısım, davette bir takım merhaleler aşıldıktan sonra inmiştir. [53][334] Son ayette geçen, namaz-secde olayı bu gerçeği ortay a çıkarmaktadır. [54][335] Namaz, İsra gecesi farz kılınmıştır. İsra olayı ise Bi'setten seneler sonra gerçekleşmiştir.
Sürenin ikinci kısmı her ne kadar seneler sonra inmişse de işlenen konular çok farklı olmasına rağmen ilk kısmıyla tam bir uyumluluk içindedir, insanoğlu kendisini yoktan yaratan, terbiye eden ve bilgilendiren Rabb'ine şükretmek zorundadır. Ne var ki insan kendini yeterli gördüğü an azacak ve şükrü unutacaktır.
Sürenin tümü okunduğunda bir bütün gibi gözükmekte, ahenkle hiçbir bozukluk göze çarpmamaktadır. Bu ise Kuran'ın mucîzesidir.
“Kella” nın kullanılışı:
Altıncı ayetin başlangıcında bulunan “Kella” Kuran'da otuz üç yerde geçmektedir. [55][336] Tamamı Mekki sürelerde geçen “Kella” lafzı, daha çok Resul'ü yalanlama iddialarına, ona yapılan düşmanlıklara karşı kullanılmıştır. Hatta bazı alimler, herhangi bir sürede “Kella” lafzını görürsen o sürenin Mekkî olduğuna hükmedebilirsin demişlerdir. Arap dilcilerinin genel görüşü de bu yöndedir.[56][337]
“Kella” için değişik kullanımlar zikredilmiştir.
1-Tehdid, korkutma ve men etmek. Bu tehdit, azarak Allah'ın ni'metlerini inkar edenler içindir. Daha önce bahsi geçmeyen bir şey için bu tehdidin kullanılması:
"korkutmada mübalağa" ifade etmek içindir. [57][338]
2- "Hakkan -doğrudur" manasındadır. Kesaî'nin görüşüdür. [58][339]
3- "Açılış için olan “Ela” manasındadır. Bu Ebu Hatim'in görşüdür.[59][340]
4- Doğrulama edatı olan “İy” manasınadır. Bu da Nadr'ın görüşüdür.[60][341]
5- Nefy manasında kullanılmıştır.
6- Tembih için kullanılmıştır. Kevaşî rivayet etmiştir [61][342]
Yukarıda zikredilen görüşler incelendiğinde her birinin kendine göre kullanım gerekçelerini görmekteyiz. Ancak 3.görüş olan “açılış manasında” kullanılması daha geçerli gözükmektedir. Zira yeni bir konu gündeme gelmektedir. Alak süresinin ilk ayetleri ile bu kısmın inmesi arasında seneler geçmiştir. [62][343] Diğer görüşlerde ise bazı uyumsuzluklar vardır. Mesela; "Korkutmak, menetmek" manasında kullanılması, uygun gözükmemektedir. Zira korkutulacak, men edilecek konu henüz geçmemiştir.[63][344]
“Hakkan” manasında kullanılması da irap açısından uygun görülmemiştir. Çünkü “Kella”dan sonra gelen cümle “İnne” ile başlamaktadır. “Hakkan “veya o manada olanlardan sonra gelen cümlelerde ise böyle bir kullanım uygun görülmemektedir.[64][345]
“İnnel-insane Le Yatğa -Muhakkak insan azar.”
Tuğyan, haddi aşmak,[65][346] büyüklenmek, böbürlenmek[66][347] manalarında kullanılmıştır.
Bu ayette böbürlenmenin ve haddi aşmanın çok bariz bir misali verilmiştir. Zira elinde güç kuvvet olmayan bir insanı, zorbalık kullanarak yaptığı ibadetten alıkoymak, böbürlenmeye kalkmak, insaf sınırlarını aşmaktır.
Bu ayette geçen “el-İnsan”ın kim olduğu hakkında iki görüş ortaya atılmıştır.
l-“el-İnsan”dan maksat, Ebü Cehîl dir.[67][348] Bu ayetler onun hakkında inmiştir.
2-“el-İnsan”dan maksat, insan türüdür. Azma olayı-tuğyan, potansiyel olarak insanın karakterinde vardır.
Ebü Cehîl’in yaptığı azgınlığı ondan önce de, sonra da günümüze kadar yapan kişiler bulunmuştur. Ebü Cehîl ve azgınlığı, türünün ne ilki ne de son örneğidir.Kur'an-ı Kerîm'de azanlarla ilgili bazı misaller verilmiştir. Firavn, [68][349]Ad ve Semud,[69][350] Ehl-i Kitap,[70][351] Nuh'un kavmi,[71][352] azgın kişilik ve topluluklara misal olarak zikredilmiştir.
“ Leyatğa” kelimesindeki "lam" tekid için kullanılmıştır. Kur'an-ı Kerîm'de, kullanılan insan tiplemelerinin çoğu, özellikle "lamlı" olarak zikredilmiştir.
Mesela: " Muhakkak insan çok zalimdir.(le Zalum) çok nankördür.” [72][353]
"Muhakkak insan çok nankördür.(le Kefur) " [73][354]
Muhakkak insan apaçık bir nankördür."(le Kefurun Mubin) " [74][355]
İnsan, Rabb'ine karşı çok nankördür."le Kenud) "[75][356]
Doğrusu o malı çok sever. " (le Şedid) [76][357]
“Lamlı” kullanmada, "insanların dikkatini o konuya çekmek, konunun ehemmiyetini belirtmek ve olaydaki garipliği ortaya koymak" gayesi güdülmektedir. [77][358]
Razî bu ayetin tefsirini yaparken "lamın" tekid için olduğunu zikreder ve özellikle bu makamda "lam"ın kullanma sebebi olarak bir takım yorumlar yapar. Yorumunda Firavn ile Ebü Cehîl'i karşılaştırmaktadır. Firavn da Ebü Cehîl gibi Kur'an-ı Kerîm'de azgınlar gurubunda zikredilmektedir. Ne var ki, Firavn'un azgınlığını bildiren ayette böylesine bir tekid lamı kullanılmamış “İnnehu Yetğa” ibaresi kullanılmıştır. [78][359]Buna göre Ebü Cehîl azgınlıkda, Firavn'ı bile geride bıraktığından onun azgınlığını bildiren kelimenin başına tekid için kullanılan "lam" getirilmiştir.[79][360]
“en reahu’stağna” Azgınlığın sebebi:
Ayette azgınlığa sebep olarak "kendini (kendine) yeterli görme" olgusu zikredilmiştir.
Ayetin basında ta'lil için olan harf-i cer vardır. Ancak bu lam hazfedilmiştir. Yani, insanoğlu, mal ve mülk sahibi olduğunda bütün bu nimetlerin, Rabbi tarafından olduğunu unutarak, gerçek malikin kendisi olduğu vehmine kapılıp azgınlık kapısını aralamaktadır. Maldan mülkten, bilgiden doyum hali arttıkça o nisbette de azgınlık artmaktadır.
Kendini yeterli görme olayını yalnız mal ve mülkle sınırlamak gerçekçi bir yaklaşım değildir. Bu olay kişiden kişiye değişmektedir. Yeterli görme olayı, kiminde mal-mülk, kiminde çoluk- çocuk, kiminde makam- mevki, kiminde ilim olarak ortaya çıkmaktadır. Kişinin, kendisini yaratanına muhtaç görmemesi, böbürlenerek günahlara dalması, Allah'ın dinini onun emrettiği şekilde değil de kendi arzu ve hevesleri doğrultusunda yorumlaması, en büyük azgınlık ve kendini kendine yeterli görmektir.[80][361]
Azgınlık olayının potansiyel olarak insanda bulunması, tüm insanların bu halde olmasını gerektirmemektedir. Maldan, mülkten, bilgiden fazlasıyla nasibini alan fakat bunu böbürlenme ve azgınlık sebebi yapmayan nice insanlar, eskiden de günümüzde de mevcuttur. Bu konuda Süleyman (a.s) 'ı misal olarak gösterilmektedir. Süleyman (a.s) Kuran'da anlatıldığı üzere çok geniş bir mülkiyeti vardı. Ancak o, bu durumda hiç bir zaman kendini yeterli görüp Rabbi ni unutmamış ve şöyle dua etmiştir:
" Ey Rabbim bana ve anama-babama lütfettiğin nimete şükretmem!, senin beğeneceğin faydalı bir iş yapmamı gönlüme ilham eyle ve rahmetinle beni iyi kullarının arasına sok. " [81][362]
"Bu Rabbimin lütfün dandır. Lütfuna şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden kendisi için şükretmiş olur; nankörlük eden de (bilsin ki) Rabbim müstağnidir.(0nun şükrüne muhtaç değildir) Çok kerem sahibidir." [82][363]
Razî bu ayetle sürenin ilk kısmı arasında bir bağlantı kurar ve der ki: "Sürenin basında Allah'ın öğretmesi açısından ilim övülmüş, sonunda ise, mala şükür etmemek verilmiştir. Bu olay, dine ve ilme rağbet, dünya ve maldan nefret etmek için yeterlidir." [83][364]
Kurtubî bu ayetin tefsirinde İbni Abbas'ın bir rivayetini zikretmiştir.
" Ebî Salih'in İbni Abbas'dan rivayet ettiğine göre. Bu ayet inip de müşriklerin kulağına gidince Ebü Cehîl, Allah Resulü’nün yanına gelerek der ki: "Ey Muhammed, zengin olan kişinin azacağını zannediyormuşsun. Mekke dağını bize altın yap da biz ondan alalım, bakarsın azarız da kendi dinimizi terk ederiz, senin dinine gireriz. (Ravî derki), Cibrîl Resulün yanma gelerek dedi ki: Ey Muhammed, onları bu konuda serbest bırak. Şayet (böyle bir şey) dilerlerse istediklerini yapalım. Eğer Müslüman olmazlarsa, onlara Maide ashabına yaptığımızı yaparız. Onları helak ederiz. Resul (s.a.v.) kendi topluluğundan olan bu kişilerin İslam’ı kabul etmeyeceğini bildiği için ve onlara acıdığı için kabul etmemiştir.[84][365]
Muhakkak dönüş Rabb'inedir
“er-Ruc’a” kelimesi, “el-Merca’- er-Rucu’” kelimeleri gibi mastardır ve “fu’la” veznindedir.[85][366]
“İla Rabbike” Car ve Mecrurdur. “ er-Ruc’a” ise bunların (bağlı) olduğu yerdir. Car ve Mecrur'un öne alınması, olayın ne kadar önemsendiğini göstermek ve dikkatleri çekmek içindir. Takdime göre mana; Dönüş, ancak ve muhakkak Rabb'inedir. [86][367] şeklindedir.
“er-Ruc’a” kalıbında dönüş ifadesi, Kur'an-ı Kerîm'de yalnız bu sürede kullanılmıştır.
Ayette tuğyanın akıbeti direk olarak zikredilmese de, azgınlığın sonucuna bir gönderme yapılmış, insanoğlu bu çirkin işten dolayı tehdit edilmiştir.[87][368]
Ayette hitap, zahiren Resuledir, hakikatte ise tuğyan edenleredir. Yani dönüş O'nadır, O'ndan kurtuluş yoktur. Onun için kişi, hangi konumda olursa olsun kendini zengin saymamalı tuğyandan sakınmalıdır.[88][369]
“er-Ruc’a” nın ifade ettiği mana daha çok kıyamet gününe yöneliktir. Kuran’da aynı kökten gelip, aynı konuyu inceleyen birçok ayet vardır.
Bakara süresinde "Şu günden sakının ki, o gün (hepiniz) Allah'a döndürüleceksiniz” buyrulmuş. [89][370]
Casiye süresinde "Kim iyi bir iş yaparsa faydası kendisinedir ve kim kötülük yaparsa zararı kendisinedir. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz''. [90][371]
Maide süresinde "Hepinizin dönüşü Allah'adır. [91][372] Bu ayetleri çoğaltmamız mümkündür. [92][373]
Saffat süresinde dönüşten maksadın, "Hesaba çekilmek,cehenneme girmek" olduğu daha açık bir ifade ile belirtilmiştir. "Sonra dönüşleri elbet cehennemedir.[93][374]
Böylece Resul'e ve O'nun şahsında tüm insanlığa hitap edilerek, azgınların neticede dönüp dolaşacakları yer Yüce Allah'ın divanı olduğu, orada hesaba çekileceği ve cezasını çekeceği bu ayette anlatılmış oluyor.
Gördün mü şu men edeni. Namaz kılarken bir kulu.
Bu ayetlerde Yüce Allah, altıncı ayette zikredilen azgınlık için somut bir örnek veriyor. Ayette hitan Resül’e dir. Hakkında konuşulan, alıkoyan kişi ise Ebü Cehîl'dir.
Ebü Cehil azgın bir tavırla "Eğer Muhammed'in Kabe'de namaz kıldığını görürsem muhakkak onun boynunu çiğnerim "demişti. [94][375] Ardın da bu ayet inmiştir. Ayet her ne kadar Ebü Cehil hakkında inse de genele şamildir.[95][376] Müslümanları namazdan alıkoyan, Allah'ın emrettiği gibi kulluk etmek isteyenleri ibadetlerinden alıkoyan her kimse için geçerlidir.
Resül'e olan hitab taaccüb (hayret) içindir.
Taaccübün içeriği hakkında, Razî değişik yorumlar yapmıştır.[96][377]
a- Peygamber (s.a.v.), îki Ömer'den birisi ile İslam'ı kuvvetlendirmesin!, Allah'tan isteyip dua etmişti. îki Ömer'den birisi Ebü Cehîl, diğeri ise Ömer b.Hattab idi. Buna göre hitap, şu manadadır. " Ey Resulüm! Bunun gibi birisi ile mi (Ebü Cehîl kasdediliyor) islam'ı takviye edeceksin? Namaz kılarken bir kulu namazdan men eden bir kimse ile mi islam'ı (müslümanlan) takviye edeceksin"
b- Ebü Cehîl'in esas lakabı Ebu'l-Hakem idi. Allah'u Teala sanki şöyle demektedir. "Namazdan men eden kimse nasıl böyle bir lakaba layık olur?"
c- Bu ahmak ( Ebü Cehîl) emrediyor, men ediyor, yaratan olmadığı halde herkesin kendisine itaati gerekli zannediyor, sonra da Rabb'e itaat etmekten insanları alıkoyuyor.
Bu üç görüşten "Rabb'e itaat etmekten alıkoyma" açıklaması, taacübü en iyi şekilde açıklamaktadır. Zira kişinin inandığı bir Rabb'i, bir inanç sistemi ve bunun bir takım gerekleri vardır. Bu gerekleri yerine getirmeye çalışan bir kimseyi men etmek gerçekten şaşılacak bir şeydir. Diğer görüşler ise ayetin siyakına pek uymamaktadır. Nitekim, cahiliyye döneminde Ömer'in, Ebü Cehîl'den az kalan bir tarafı yoktur. Kendisi Resül'ü öldürmeye gelirken, İslamla müşerref olmuştur.
Künyesi ile alakalı ileri sürülen taaccüp görüşüne, Kur'an ayetlerinden herhangi bir destek bulmak mümkün değildir.
“ Ereeyte’” nin manası :
Gerek bir Meful, gerek iki Meful alan “ ereeyte” "baksana, haber ver" gibi manaları kapsamaktadır.
Ayetteki soru edatı, istifham veya istihbar olmayıp, asıl maksad, mevzu bahis olan konuya dikkatleri çekmek, kötülemek (takbîh), azarlamak (tavbih), veya hayret duymak (Ta'cip) için kullanılmaktadır.[97][378]
[98]Dipnotlar
333 Derveze, I/ 27; Fî Zilal, VI/ 3938.
334 İbni Aşur, XXX/ 443.
335 Muhammed Fuad, el-Mu'cem , s. 619.
336 Suyütî, Hem'u'1-Hevami'Şerh-u Cem'i'l-Cevami', II/ s.74, Kum 1984, Menşürat Rıda.
337 Bursevî, X/ 474 ; Alusî, XXX/ 182.
338 a.g.e., aynı sayfa
339 a.g.e., s. 75.
340 a.g.e., aynı sayfa.
341 Cemel, IV/ 562.
342 a.g.e., aynı sayfa.
343 a.g.e., aynı sayfa.
344 a.g.e., aynı sayfa.
345 Kurtubî, XX/ 123.
346 İbni Aşür, XXX/ 444; Razî, XVI/ s. 18.
347 a.g.e., aynı sayfa
348 Naziat, 79/17.
349 Fecr,89/11.
350 Maide, 5/64.
351 Necm, 53/52.
352 İbrahim, 14/34
353 Hac, 22/66.
354 Zuhruf, 43/15.
355 Adiyat, 100/6.
356 Adiyat, 100/8.
357 İbni Aşür,XXX/44.
358 Naziat.79/17.
359 Razî, XVI/18.
360 Binti'ş-Şatiî, II/ 25.
361 Neml, 27/19.
362 Neml, 27/40.
363 Razî, XVI/ 20.
364 a.g.e.,aynı sayfa.
365 a.g.e., s. 134.
366 İbni Aşür, XXX/ 446.
367 Razî, XVI/ 20.
368 Hak Dini Kuran Dili, VIII/ 5955
369 Bakara, 2/281.
370 Casiye, 45/15.
371 Maide, 5/48.
372 En'am, 6/60, 164; Yunus, 10/4, 23; Hüd, 11/4; Ankebüt, 29/8 ; Lokman, 31/15.
373 Saffat, 37/68.
374 Buharî, Tefsîru'1-Kur'an, Bab.4, Hadis no:l; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, Bab.85, Hadis no:3348,3349.
375 Razî, XVI/21.
376 a.g.e., aynı sayfa.
377 Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5955.
378 Nisa, 4/77.
Namaz kılarken bir kulu
" Abd " kul kelimesinin belirsiz (nekire) olarak zikredilmesi. Resul'ün, kullukta son mertebeye ulaştığını göstermektedir. Sanki şöyle denmektedir." O öyle bir kuldur ki, O 'nün kulluğuna ait vasıftan anlatmaya hiç kimsenin gücü yetmez."
Razî bu ayetin tefsirinde Peygamber (s.a.v.)'in kulluğuyla, ahlakıyla alakalı bir kıssa rivayet eder:
" Rivayete göre, Yahudilerin fasih konuşanlarından biri, Hz.Ömer'in hilafeti döneminde yanına gelir ve ona "Resul'ünüzün ahlakından bana haber ver " der. Ömer de git Bilal'a sor. O Resul’ü benden daha iyi tanır der. Bilal ise Yahudi’yi Fatma'ya, Fatma ise Ali'ye gönderir. Ali'ye aynı soruyu sorunca Hz.Ali ona der ki: " Sen bana dünyanın metalarını (nimetlerini) say, bende sana onun ahlakım anlatayım. Adam ise "bu kolay bir iş değildir" diye cevap verince. Ali, "Sen dünyanın Metaını saymaktan aciz kaldın. Halbuki Allah-u Teala, dünya metaının azlığına [99][379] ve "sen büyük bir ahlak üzerindesin" [100][380]Diyerek Resul'ün ahlakinin büyüklüğüne şehadet etmiştir. Ben sana Resul'ün ahlakını nasıl anlatayım. [101][381]
Allah-u Teala sanki şöyle demektedir: Ebü Cehîl kulluk açısından en değerli kimseyi kulluktan namazdan men ediyor. Bu olsa olsa ahmaklıktır.[102][382]
[103] Sürede okumaktan bahsedilirken namaza geçilmesi, namazda kıraaatın bir rükün olması ve namazın bütün ibadetlere esas ve dinin direği olması yönündendir. O halde bu ayetlerin inişi namazın farz kılınmasından sonradır.[104][383][105]
Kılınan namazın hangi vakit olduğuna dair tefsir kitaplarında net bir görüş yoktur. Ancak Alusî tefsirine şöyle bir rivayet almıştır :
Ebü Hayyan'ın naklettiğine göre, namazdan maksat "Öğlen namazıdır." Bu namaz, aynı zamanda cemaatla kılınan ilk namazdır. Bu namaz kılındığında Resul'ün yanında, Ebü Bekir ve Ali vardı. Bu arada oradan geçmekte olan Ebü Talip, yanında bulunan oğlu Cafer’e, haydi sen de amca oğlunun yanında namaz kıl demiş, kendisi de sevinçle şu beyitleri okuyarak oradan ayrılmıştır.
“Ali ve Ca 'fer benim güvenimdir.
Zamanın şiddeti ve sıkıntısı anında,
Vallahi ben O Nebiyi yardımsız bırakmam,
Benim sülalemden olanda bırakmaz.
Bırakmayın yardım edin amcanızın oğluna,
Amcalarınızın arasında ana bir kardeşim.” [106][384]
Alüsî bu rivayeti zikrettikten sonra, aynı rivayet için eleştiri yapar ve der ki:" Bu rivayette bir sorun vardır, Ebü Talib'in vefatı hicretten üç sene öncedir. Namazın farz kılındığı "İsra " olayı ise, İbni Hazm'e göre, Hicret'ten bir sene, İbni Faris'e göre, Hicret'ten bir sene üç ay önce, Süddî'ye göre ise bir sene beş ay öncedir. Buna göre, Ebü Talip namazın farziyyetine yetişememiştir. Kadî îyaz, Zühri'den , "îsra" nin Bi'set'ten beş sene sonra olduğunu rivayet etmiş, Nevevi ve Kurtubî de bu görüşü tercih etmişlerse de, Zühri'nin bu sözü için çok şeyler söylenmiştir. (Rivayeti sağlam değildir). " [107][385]
Alüsî'nin yapmış olduğu bu eleştiriyi, Hamdi Yazır, tekrar eleştirmiştir. Bu konuda Yazır şöyle demektedir:" Alüsî'nin bu itirazını biz uygun görmüyoruz. Çünkü İsra'da farz kılınan mutlak namaz değil beş vakit namazdır. Buna göre, beş vakit namazın farz kılınmasından önce "Müzzemmil "'de geçtiği üzere gece kıyamının farz olması gibi, öğlen namazının da farz kılınmış olması mümkündür. Kaldı ki mezkur rivayette "Öğlen namazı" denilmiş, farz bir namaz olduğu açıkça belirtilmemiştir.
Hz. Ömer'in Müslüman olmasıyla ilk olarak alenen kılındığı rivayet olunan namaz da, bu namaz olsa gerektir. Ancak iniş sebebi olan olaydaki namaz öğle namazı olsa bile "ayette kastedilen namaz" yalnız odur demek doğru olmaz. Çünkü ayet mutlaktır. Meşru olan herhangi bir namaza şamildir. Gerek farz, gerekse de nafile bir namazdan alıkoymak "Tuğyan"' dır." [108][386]
Gördün mü, ya o kol doğru yolda olur. Yahut kötülüklerden sakınmayı emrederse ?"
Ayette geçen “Ereeyte” kelimesinin kime hitap olduğun dair iki görüş vardır. [109][387]
1- Hitap Resuledir. Konuşulan kişi ise Ebü Cehîl’dir. Şartiyye için olan "İN" 'in
cezası takdir edildiğinde mana şöyledir: " Ey kıraatla emir olunup ta namaz kılan kul! Ey Muhammed, namazdan alıkoyan bu azgın insanı gördün mü? Şimdi şunu bir düşün, Eğer azgınlık etmeyip de hidayet üzere olsa yahut namazdan alıkoyacağına, Allah korkusuyla korunmayı emretse ne iyi olurdu.[110][387]
2- Hitap Ebü Cehîl'edir. Konuşulan kişi ise Hz-Muhammed (s.a.v.) dir. Mana şöyledir: "Ey namaz kılan bir kulu alıkoyan azgın insan! Eğer o kul, hidayet, (doğruluk,hak) üzere gitse, yahut (onunla beraber daha yükselerek diğerlerini de) takva ile (Allah’tan korkup fenalıktan sakınmakla) emretse ne olur? Fena mı olur. Sen onu, Allah'ın iyi kötü her şeyi görüyor olduğunu bilmez de senin nehyini dinler mi sanıyorsun ? " [111][388]
Yukarıda zikrettiğimiz bu iki mana da ayete uygun düşmektedir. Ancak birinci görüş daha uygun gözükmektedir. Çünkü dokuzuncu ayette geçen birinci “Ereeyte” de hitabın Resül'e olduğu kesindir. (O ayette azan kişi Ebü Cehîl dir.) Bu ayetten sonra zikredeceğimiz ayetteki hitap da, yalanlamak, yüz çevirmek Ebü Cehîl'in vasfı olduğu için yine Resuledir. Birinci ve üçüncü “Ereeyte”deki hitapların Resül'e ait olduğu kesinleşince arada kalan hitabı değiştirerek Ebü Cehîl'e yöneltirsek ayetin akış düzeninin güzelliği bozmuş oluruz. “Emere” lafzıyla namazdan nehy eden ve etrafa emirler dağıtan kişinin Ebü Cehîl olması, hitabın Resül’e olduğunun diğer bir delilidir.
Gördün mü! ya bu (adam, hakkı) yalanlar, yüz çevirirse. (o zaman daha iyi mi olur). Allah 'in gördüğünü bilmez mi o ?."
Ayetteki hitap diğer ayetlerde de olduğu gibi Resül'e dir. Buna göre mana; "Ey Muhammed, gördün mü! Sen doğru olduğun, hakkı söylediğin halde, eğer o (namazdan alıkoyan azgın) yalanlıyor, inanmıyor, ve haktan yüz çeviriyorsa iyi mi olur! Bilmez mi ki Allah görüyor. Sonunda kendisine varılacak olan Allah, doğruyu da eğriyi de, iyiyi de kötüyü de hepsini görür ve herkesin ameline göre cezasını verir." şeklindedir.[112][389]
Razî, Ayetteki hitabın Ebü Cehîl için de olabileceğini söylemektedir.[113][390]
Yalanlamayı Resül’e nispet ettiğimiz de ortay a tek mana çıkmaktadır. O da "Resul'ün, müşriklerin eskiden beri inana geldikleri babalarının dinini yalanlaması ve o dinden yüz çevirmesidir."
Ancak bu görüşe göre “Allah'ın gördüğünü bilmiyor mu?” ifadesi uygun düşmemektedir. Resul, müşriklerin dinini yalanlayıp, onlardan yüz çevirdiğine göre, Allah, bunun nesinden taaccüp edecektir.
Ayetteki "yalanlama ve yüz çevirme " olayı, Ebü Cehîl ve onun gibi azgın kafirlerin vasfıdır.
Kuran’da zikredilen “Kezzebe- (yalanladı)” türevindeki fiillere baktığımızda 27 defa, “Kezzebet” 14 defa, “Kezzebu” 49 defa geçmektedir. Bu ayetlerin hepsinde yalanlayanlar kafirlerdir.[114][391] Bu ayetlerden iki tanesi Alak süresindeki (yalanlama, yüz çevirme)
kalıbıyla tam örtüşmektedir. Bunlar, Kıyamet/ 32, "Fakat yalanladı ve yüz çevirdi" Leyl/16, " O ki yalanladı ve yüz çevirdi" ayetleridir.
Ayetteki "yalanlanan" şey, genelde Muhammed'in Risaleti, özelde ise, Ahiret günüdür.
Bu olaya Araf/147’de dikkat çekilmiştir. "Ayetlerinin ve Ahirete kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa çıkmıştır..." Allah bu ayette yalanlamayı önce genellemiş, sonra ahiret günüyle özelleştirmiştir.
“ İn kezzebe ve Tevella” ifadesinde, Ebü Cehîl ve benzerlerinin ilerde Resul'ü
yalanlayacaklarına, O'ndan ve O'nun davetinden yüz çevirerek beğenmeyeceklerine işaret edilmiştir.[115][392]
“ Elem Ya’lem bi ennellahe Yera”ayeti, Ebü Cehîl ve benzerlerim kıyamet günü ile tehdit etme manasını içermektedir.[116][393]
Ayette geçen istifham taaccüp (hayret) manasını içermektedir. Azgın kişinin, Allah'ın kendini gördüğünü bilmemesi, gerçekten de hayret verici bir durumdur. Bu gerçeğe ulaşmak için bir çaba sarf etmeye de gerek yoktur. Bu gerçek gün ışığı gibi bilinen gerçeklerdendir. Nefes almamız, güneşin varlığı ne kadar gerçekse, Allah'u Teala'nın insanları görmesi gözetmesi o kadar açık ve nettir.
“Yera”kelimesinin mefulu mana olarak bütün mevcudatı kapsadığı için hazf edilmiştir. Yani "Allah'ın her şeyi gördüğünü bilmez mi o?" manasındadır.[117][394]
[118]Dipnotlar
379 Kalem, 68/4.
380 Razî, XVI/21.
381 a.g.e., aynı sayfa.
382 Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5956.
383 a.g.e., aynı sayfa.
384 a.g.e., aynı sayfa.
385 Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5958.
386 Razî, XVI/ 22.
387 Hak Dini Kuran Dili VIII/5959
388 a.g.e., aynı sayfa
389 a.g.e., s. 5961.
390 Razî, XVI/ 22.
391 Fuad Abdulbakî, el-Mu'cem, s. 598.
392 İbn Aşur, XXX/ 449.
393 Razî, XVI/ 22.
394 İbn Aşur, XXX/449.
16-18. AYETLER (RABB'İN MEYDAN OKUYUŞU VE AZGINLIĞIN CEZASI)
Hayır, eğer bundan vazgeçmezse (onu) perçem(in) den yakalarız. O yalancı günahkar perçemden. O zaman (o gitsin) de meclisini çağırsın. Bizde Zebanileri çağırırız."
Ayettin basında geçen “Kella”nın tefsirinde değişik yorumlar yapılmıştır.[119][395]
l- Ebü Cehîl'i tehdit ve men etmektir.
2- Ebü Cehîl'in Muhammed'i yakalarsam boynunu ezeceğim sözü reddedilmektedir.
3- Ebü Cehîl`’in, "Allah'ın kendisini gördüğüne" dair bilgisini reddir. Mana, "Hayır! o, Allah'ın kendisini gördüğünü bilmemektedir." şeklindedir.
Yukarıdaki görüşlerden birinci görüş ayetin ve sürenin sıyakına uygundur. Zira bundan önce geçen “Kella” tehdit içeren taaccübü ifade etmektedir. Bir sonra gelecek olan “Kella” da aynı şekilde " o azgının durumunu ret ve korkutmadır. Arada kalan “Kella” için en uygun olan "tehdit ve men etmek" manasında olmasıdır.
Zikredilen diğer iki görüş, ayetin sıyakına pek uygun düşmemektedir. Buna göre:”Kella”ya, "Ebü Cehil'in Resul'ün boynuna basacağını reddetme" manasını vermek, daha önce ayetler de böyle bir şey zikredilmediği için kabul görmemektedir.
Bir evvelki ayette Ebü Cehîl'in, "Allah'ın gördüğünü" bilmediği ”Elem Ya’lem bi ennalahe yera” hayret ifadesiyle anlatılmıştır. “Kella” yı ikinci bir defa nefy için kullanmanın manası yoktur.
“Lein” lafzındaki “Lam” kasem için başlangıçtır. Şanı uluhiyyetime yemin olsun, Celalim hakkı için eğer...[120][396] demektedir.
“Le Nesfean” da ki “Sef’in”ne olduğu konusunda çeşitli görüşler zikredilmiştir.[121][397]
1) Bir şeyi tutup çekmek manasındadır.[122][398] İbni Abbas'ın, Kureyş luğatına göre "Tutmak" manasında olan “Le ne’huzenne” şeklinde bir kıraati vardır.[123][399]
2) Vurmak (Tokatlamak) manasınadır.
3) Karalama manasınadır. “es-Sef’u” sac ayağı (üzerine tencere konulan üç taş)
manasında olduğundan kendisine bu karalama manası verilmiştir. Buna göre mana "onun alnını cehennem ateşi ile karalayacağız." dır.
4) “Le nesimmenehu” Damga vurup işaretleyeceğiz" manasınadır, İbni Abbas "biz, burnunun
üzerine damga vurup onu işaretleyeceğiz" [124][400]ayetinin Ebü Cehîl hakkında indiğini söylemiştir.
5) “Le nüzillennehü” Onu zelil edeceğiz manasınadır.
Yukarıda zikredilen görüşler içinde en uygun, birinci görüştür. Alından çekip sürüklemek: yüze vurmadan, tokat atmaktan, damgalamaktan çok daha etkili ve zelil edicidir.[125][401] "Ateşle karalamak" anlamını vermek ise, Ebü Cehîl'in cezasını cehennem azabına tecil etmek olur. Rezil ve zelil etmeyi, tehdit etmeyi yalnız ahirete ait kılmaktansa, hem bu dünyaya, hem ahirete şamil olan bir yorum kullanmak daha yerindedir. Ebü Cehîl bu dünyada rezilliğin en büyüğünü yaşamıştır. Zayıf, çelimsiz, ufak boylu bir sahabi olan [126][402] İbni Mes'ud tarafından boynu kesilmiştir, İbni Mes'ud taşımaya gücü yetmediği için perçeminden tutup sürükleyerek çekmiş ve Resulün huzuruna getirmiştir.[127][403]
Alından, perçemden tutup çekilmek Türkçe’de de " Yüz üstü sürünme" deyimiyle beddua şeklinde kullanılmaktadır. Alın, başın bir parçasıdır. Baş ise, insanın şahsiyetini, şerefini temsil etmektedir.Başın dik durması, öne eğilmemesi insanın alnı açık olduğunu, utanacak bir şeyi olmadığını, şerefli olduğunu göstermektedir. Baş, adeta insanı temsil etmektedir. Bu manayla bağlantılı günümüzde ; "Baş ağır gerek kulak sağır.- Baş başa bağlı baş da padişaha. -Baş sağ oldukça börk eksik olmaz. -Başa gelen çekilir. -Başı göğe erdi. -Başı tasa geldi. -Başından neler geçmedi. -Başına gelen bilir. -Başını bu uğurda verdi." Gibi atasözler ve deyimler bol bol kullanılmaktadır.[128][404]
Kur'an hattında “Le nesfean” olarak yazılan kelimenin sonunda şeddeli bir nün vardır. Orijinal hat “Le nesfeeanne” şeklindedir. Vakıf halinde cezimli nün elife çevrilmiştir.[129][405]
Ayette, Abdullah İbni Mes'üd'dan “ Le esfeanne bin-Nasiyeh ve Le esfean” şeklinde iki değişik kıraat rivayet edilmiştir [130][406].
Kuran’da iki defa zikri geçen [131][407] “Nesiyeh” alına sarkan saç perçemine denir. Saçın bulunduğu yer (alın) manasına da geldiği söylenmiştir.[132][408]
Ayette alın –perçemin zikredilmesi, Ebü Cehîl ve onun yolunda gidenleri azapla tehdit etmede bütünleyici bir mana taşımaktadır. Başın insanı temsil etmesi gibi onun bir parçası olan alnın da insanla bütünleşen bir manası vardır. "Alın yazışı değişmez. Alna yazılan başa gelir. Alın yazısı gibi deyimler; [133][409] alnı ak olan insanın şerefli bir insan olduğunu, alnından çekilip atılan kimse ise şeref ve kişiliği adına her şeyini kaybettiğini ifade eder.
“Le Nesfean” kelimesinde kullanılan biz tabirinden kasıt, Allah ve melekleridir.[134][410]
“Nasiyetin Kazibetin Hatieh - O yalancı günahkar perçeminden”
Bu ayette geçen “Nasiyeh” kelimesi bir önceki ayette geçen“Nasiyeh” lafzından bedeldir.
Günahkarlığı ve yalancılığı alna yüklemek, edebî bir tabirdir. Alın, insanın şerefi ve şahsiyeti için bir semboldür. Sembolün yalancılığı ve günahkarlığı, tabiatıyla sahibinin yalancılığını ve suçluluğunu ifade etmektedir.
“Kazibeh”Ebü Cehîl'in yalancılığını, çok boyutlu incelemek mümkündür. Onun sataşmadığı, yalanlamadığı değer kalmamıştır. Ebü Cehil, nübüvveti kabul etmediği, Resül’e sihirbaz, kahin dediği için, hem Allah'a hem Resulüne yalan ve iftira atmış, gücü yetmeyeceğini bildiği halde "Vallahi şayet Muhammed'i Kabe'de görürsem boynuna basacağım" demiştir.
Ayette geçen “Hatieh” kelimesi günahkar (suçlu) manasındadır. “Hatie”kökünden gelen bu kelime "günahkar, suçlu" manasını taşımaktadır. “Ehtaa”kökünden gelen “el-Muhti’” ise "hatalı" manasınadır. Birinci tabirde kötü kasıt vardır. Cezasını çekecektir, îkincisinde ise niyet kötü değildir. Cezası da yoktur.[135][411] Ebü Cehîl'in yaptığı şeyler bir hata değil, kasıtlı olarak yapılan hareketlerdir, buna göre o suçludur ve günahkardır.
“ Fel yed’u Nadiyehu Seneduz-Zebaniyeh” O zaman o (gitsin)de meclisini (adamlarını) çağırsın. Biz de zebanileri çağırırız.
Ayetin iniş sebebi olarak İkrime, İbni Abbas kanalıyla şu hadis zikredilmiştir:
“ Abbas 'tan rivayet edildiğine göre. Peygamber (a. s) bir kere sinde Kabe 'de namaz kılıyordu. Ebü Cehîl sinirli bir şekilde gelerek ben seni bundan nehy etmedim mi? (diye sordu) Peygamber (s.a.v.) de ona dönerek ağır konuştu, (sert cevap verdi) .Ebü Cehîl dedi ki: Sen benim taraftarımdan daha çok hiç kimsenin taraftarı olmadığını gayet iyi biliyorsun. Bunun üzerine Allah-u Teala " O zaman o gitsin demedim (taraftarını) çağırsın. Bizde zebanileri çağırırız " ayetini indirdi. İbni Abbas derki; Vallahi şayet o meclisini çağıracak olsaydı Allah-u Teala 'nın zebanileri onun canını alacaklardı.” [136][412]
“en-Nadii” Kavmin toplandığı meclise denir. "Meclis, kulüp, parlamento, kurultay" [137][413] olarak çevirebileceğimiz kelimeden kastedilen mana, " O meclisin ehli ve insanlarıdır." Zira çağırılan meclis değil belki de orada bulunan insanlardır. Aynı kökten gelen “en-Nida” toplanmaya çağıran ses manasınadır.
Razî, bu ayette geçen olayın, bir mucizeyi ortaya çıkardığını söyler. Zira ayette geçen "çağırsın" emri, Ebü Cehîl' i kendi kulüp adamlarını çağırmaya teşviktir. Dostlarını çağırdığı an, zebaniler de gelecektir. Ebü Cehîl bu tehditten sonra böyle bir olaya cesaret edememiş, böylece Resul'ün mucizesi ortaya çıkmıştır.[138][414]
Allah'u Teala’nın (...çağırsın..... çağırırız) ifadelerinin altında Ebü Cehîl'le alay etmesi ve tehdit etmesi yatmaktadır. Ebü Cehîl, yukarıda zikrettiğimiz rivayette de geçtiği gibi kendiyle, kulüp arkadaşlarıyla devamlı övünmektedir. Çağırdığı an o arkadaşlarının hemen geleceğim, istedikleri işi yapacaklarını zan etmektedir.
Ebü Cehîl'in meclisi olarak bilinen "Darünnedve" Kureyş'li müşriklerin ileri gelenlerinin üyesi olduğu, faaliyetleri, Müslümanlar aleyhinde komplolar geliştirmek olan bir kulüptür.[139][415] Maddi güç ellerinde olduğundan halledemeyecekleri, yok edemeyecekleri hiç bir kuvvet olamayacağı zannına kapılmışlardı. Ne var ki bu komploların hepsi teoride kalacak, pratikte ortaya hiç bir şey çıkmayacaktır. Gerçek kuvvet sahibi olan Yüce Allah, tuzak kuranların tuzaklarını en iyi şekilde başlarına geçirecek ve Resul 'ünü hiç bir zaman yalnız bırakmayacaktır.[140][416] Allah her zaman Resulü’ne askerlerini göndererek yardım edecektir. Çünkü "Göklerin ve yerin askerleri Allah'ındır.[141][417] Yüce Rabb'in ordularını ancak kendisi bilir." [142][418]
Allah'u Teala'nın kudretinin karşısında bir hiç olarak bile ifade edilemeyen Ebü Cehîl'le, yüce Allah bu dört kelimeyle (Felyedu Nadiyehu- Seneduz- Zebaniyeh) alay etmiş, Resulü’nün kalbini güvenle doldurmuştur.
Ayette Abdullah İbni Mesüd'un “Fel yedu ila nadiyehu” şeklinde (harfi cer ziyadesiyle) bir okuyuşu vardır.[143][419]
“ Seneduz-Zebaniyeh-Bizde zebanileri çağırırız.”
Kök olarak “Zebene-Yezbinu”ikinci babdan gelen bu kelime, öteye itmek, kakmak, manalarını taşımaktadır.[144][420]
“Zenetin-Nake” devenin sütü sağılırken attığı çifte için kullanılmakta,
“el-Harbu tezbinun-nas”Savaşın insanları çarpıp darmadağın ettiği zamanda kullanılan ifade, “Reculun fihiz-Zebbuneh” (banın şeddesiyle) Kibirli (olduğundan hakkı elinin tersiyle iten kabullenmeyen) insan için kullanılmıştır,
“Zebanel akreb” Akrebin kuyruğundaki çatallara denir. Onunla adeta istemediği şeyleri itmektedir.[145][421]
Katade der ki:”ez-Zebaniyeh” Araplarda, polislere (koruyucu ve def edici) kişilere
verilen addır." Ferra'ya göre, meleklerden bir gurup, hem ellerini hem de ayaklarını kullanarak itme işini gerçekleştirdikleri için onlara bu ad verilmiştir.Kesaî'ye göre ise, Onlar Kuran’da "gayet katı, şiddetli" [146][422] şeklinde nitelendirilen meleklerdir.[147][423]
“ez-Zebaniyeh” kelimesi çoğuldur. Tekili ise: Kesaî'ye göre: “Zibniyyun” Zeccac'a göre, “Zibniyyetün” Ahfeş'in bir rivayetine göre: “Zebani”diğer bir görüşüne göre “Zabinün” dür. Bazıları ise müfredinin Araplar tarafından bilinmediğini ileri sürerek müfredi olmayan bir çoğul olduğunu söylemişlerdir.[148][424] Bütün bu görüşlerin ortak noktası “ez-Zebaniyeh”in azap melekleri olduğu noktasındadır.
Bu kelime, Türkçe’de de aynı ifadelerle kullanılmaktadır. Sözlüklere baktığımızda "Cehennemlikleri cehenneme atmaya memur melek" şeklinde açıklandığını görmekteyiz.[149][425]
Ayetten çıkan manaya baktığımızda, “ez-Zebaniyeh” hakkında zikredilen görüşlerin
ayetin sıyakına uymadığını görüyoruz. Zira ayette ifade edildiğine göre, Ebü Cehîl kulüp arkadaşlarını çağırdığı anda zebaniler tepelerine binecektir. Nitekim yukarıda zikredilen hadis de aynı ifadeler kullanılmaktadır, İbni Abbas der ki; Vallahi şayet o meclisini çağıracak olsaydı Allah-u Teala'nın zebanileri onun canını alacaklardı." [150][426]
Kurtubî'de geçen bir rivayette ise "onu perçeminden yakalarız" ayeti indiğinde, Ebü Cehil "Ben de kavmimi çağırırım, onlar beni senin Rabb'inden korur" diye cevap vermiştir. Resülullah, "o meclisini çağırsın biz de zebanileri çağırırız." ayetini okuduğunda ise “ez-Zebaniyeh”kelimesini duyan Ebü Cehîl korkuyla kaçmıştır. Kendisine "Muhammed’ten korktun mu?" diye soranlara "hayır, O'ndan korkmadım. Ancak onun yanında bir atlı, beni zebanilerle devamlı tehdit ediyordu. Ben zebaninin ne olduğunu bilmiyordum. Atlı bana doğru yöneldiğinde beni yemesinden korktum" dedi.[151][427]
Anlaşıldığına göre ayette dikkat çekilmek istenen şey, azabın Ahirete yönelik yüzünün yanında, Dünyada da böyle bir cezalandırmanın olabileceği hususudur. Ayette geçen zebanileri, Ahiret de cehenneme iten azap melekleri olarak nitelendirmektense Allah'ın askerleri şeklinde yorumlamak daha gerçekçi olacaktır. Zaten bu askerlerin Allah yolunda verilen savaşlarda Müslümanlara yardım ettikleri Kur'an ayetleriyle sabittir.[152][428]
17 ve 18. ayetlerin tefsirinde Bursevî, mistik bir yorum yaparak değişik bir açıdan yaklaşmıştır. Bu yoruma göre, Ebü Cehîl, "nefs-i emmare" yi temsil etmektedir. Onun meclisi ise, arzu, heves ve zulmet karanlıklarıdır. Allah takva üzere yaşayan kullarım, nefs-i emmarenin eline vermeyecek onları kendi fazlıyla koruyacaktır.[153][429]
[154]Dipnotlar
395 Razî, XVI/ 423; İbn Aşur, XXX/ 449.
396 Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5960.
397 Razî, XVI/23
398 İbni Kuteybe, Tefsîri Garibi'1-Kuran, s. 533, Beyrut 1978, Daru'l-Kütübü'l-İlmiyye.
399 Abdullah İbni Abbas, Kitabu Ğarîbi'l-Kur'an, s. 78.
400 Kalem, 68/16.
401 Seyyid Kutup, Kuran’da Edebi Tasvir, s. 23, Trc.:Süleyman Ateş, İst. 1967, Hilal Yayınları.
402 Köksal, Hz-Muhammed (s.a.v.) ve İslamiyyet, II/ s. 76.
403 a.g.e., aynı sayfa.
404 Milli Kütüphane Genel Müdürlüğü/Türk Atasözleri ve Deyimleri, 1/50, 51, 2. B, İst. 1992, M.E.B. Yayınları.
405 Kasımî, Mehasinu't-Te'vîl, XVII/ 6215.
406 Muhammed Ahmed Hatır, Kıraatu Abdullah İbni Mesud, s. 175, Kahire 1990, Daru'l-İ'tisam.
407 Hüd, 11/56; Rahman, 55/41.
408 Razî, XVI/ 24.
409 Türk Atasözleri ve Deyimleri, 1/21, 22.
410 Razî, XVI/ 23.
411 a.g.e.,s.21.
412 Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, Bab.85, Hadis no: 3348.
413 Hak Dini Kur'an Dili. VIII/ 5961.
414 Razî, C. 16, s.25.
415 Kureyş kabilesinin atası sayılan Kusay (0.480), Huzaa kabilesiyle giriştiği mücadele sonucu Kabe'ye bakma ve Mekke'yi idare etme işini üzerine alınca Kureyş kabilesinin kollarım birleştirdi; daha önce çadırlarda yaşayan Mekkeliler'i Kabe merkez olmak üzere Mekke ve çevresine yerleştirerek onların meskenlerde yaşamalarım sağladı. Bu arada bazı Arap kabilelerinin elinde bulunan dinî vazifeleri, değiştirilmemesi gereken dinî gelenekler olarak gördüğü için yine onlara bıraktı. Kabe, hac ve Mekke idaresiyle ilgili sidane, hicabe, sikaye, rifade ile nedve ve liva görevlerim ise kendi üzerine aldı. Yaklaşık 440 yılında Kabe'nin kuzeyine, tavafa başlanan yerin arka tarafına Darünnedve denilen toplantı yerini yaptırdı ve kapışım da Kabe'ye doğru açtırdı. Darünnedve esas itibariyle bir asiller (mele') meclisiydi. Her türlü savaş ve barış kararının alındığı, görüşlerin belirlendiği, nikah merasimi ve ergenlik çağma gelmiş genç kızların gömlek (dir') giyme törenlerinin yapıldığı bu meclise Kusay oğulları'ndan başka Mekke'deki Kureyş boylarının kırk yaşından yukarı başkanları katılabilirdi. Hz. Peygamber ve Hulefa-yi Raşidîn zamanında ne maksatla kullanıldığı bilinmeyen Darünnedve'yi Muaviye b. Ebü Süfyan, Kusay'ın oğlu Abduluzza'nın torunlarından Hakîm'den veya Kusay'ın büyük oğlu Abdüddar'ın torunu îkrime'den satın almış ve burası hac için Mekke'ye gelen Emevî ve ilk Abbasî halifelerinin ikametine ayrılmıştır. Bu durum Harünürreşîd'in, "daru'l-imare" (hükümet konağı) adı verilen daha geniş bir binayı ikametgah olarak seçmesine kadar devam etmiştir. Halife Mutazıd Billah zamanında ise (892-902) sütunlar eklenerek bina Mescid-i Haram'a katılmıştır. Bugün Darünnedve'nin yerinde müezzin mahfili bulunmaktadır. İslam Ansiklopedisi, VIII/ 555, İSAM.
416 Duha, 93/3.
417 Fetih, 48/4.
418 Müddessir,74/31.
419 Hatır , Kıraatu Abdullah İbni Mes'üd, s. 175.
420 Lisanu'l Arab, III/ 1808.
421 a.g.e.
422 Tahrîm, 66/6.
423 Lisanu'l Arab, III/1808.
424 a.g.e.
425 Mustafa Nihat Özön, Büyük Osmanlıca-Türkçe Sözlük, s. 793, 5.B, Ankara 1973, İnkılap ve Aka.
426 Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, Bab.85, Hadis no: 3348
427 Kurtubi,XX/126.
428 Tevbe, 9/26, 42; Ahzab, 33/9; Feth.48/4; Müddesir , 74/31.
429 Bursevî, X/478.
19. AYET (İTAATIN FELSEFESİ)
Hayır ona boyun eğme; (Allah'a) secde et ve yaklaş !
Bu ayette geçen “Kella”’nın tefsirinde değişik görüşler ileri sürülmüştür.
1) Ebü Cehîl’i men etmek manasınadır.[155][430]
2) Ebü Cehîl'in "meclisim çağırma olayını" yahut "Resul’ü namazdan alıkoyma istekleri"nin olumsuzluğunu ifade etmek için kullanılmıştır.
3) İstiftah- cümle açılışı manasında kullanılmıştır.
Bu üç görüş arasında, “Kella”nın açılış için kullanılması, ayetin muhtevasına en uygunudur. Zira birinci ve ikinci görüşler daha önce ifade edilmiştir.”Le Nesfean” tehdidi, Ebü Cehîl için yeterli derecede men etme ve azarlama manasını zaten taşımaktadır. Bu manaları son ayetteki “Kella”tabiriyle tekrarlanmasında bir mana gözükmemektedir. Bu ayette ise, Resül'e ve Müslümanlara çok değişik bir mesaj sunulmaktadır. Bu ayette itaatin felsefesi sunulmaktadır. Ayette yasaklanan; Allah'tan başkasına itaat etmek, boyun eğmek, insanlığın en büyük ayıbı olan Yaralanma karşı ihanettir.
İtaatin, boyun eğmenin yalnız Allah'a ve Resü'lüne yapılacağı çeşitli ayetlerde değişik kelimelerle zikredilmiştir.
Mesela, “Etiiü”kalıbında 13 ayette, [156][431]
“Etiiun”kalıbında 11 defa zikredilmiştir. Bu ayetlerde, Allah'a itaatin gerekliliği emredilirken başka ayetlerde ise tersinden bir yaklaşımla “La Tudi’-itaat etme" şeklinde emirlerle Resul, ve Müslümanlar, itaat mefhumunu kavramaya yönlendirilmiştir. Bu "itaat etmeme emri" ile bazen kafirlere,[157][432] bazen münafıklara,[158][433] bazen de yalancılara dikkat çekilmektedir.[159][434]
İtaatin ancak Allah'a olabileceğini, sahih hadislerde de görmekteyiz.
Buharî'nin bu konuda şöyle bir rivayeti vardır.
Abdullah'ın rivayet ettiğine göre, "Müslüman kişiye düşen, -hoşuna gitse de gitmese de- işittik, itaat ettik (demek) tir. Bir günahla emir olunduğunda ise, ne işitmek vardır ne de itaat. " [160][435]
Diğer bir rivayette:
Ebü Hüreyre'nin rivayet ettiğine göre," Her kim itaatten çıkar, cemaatı terk ederek ölürse, cahiliye ölümü üzere ölmüş olur." [161][436]
İtaat: Hak olan , doğru olan (Ma'ruf) şeylerdir. Hakka uymayan şeyler (Münker)' de ise itaat yoktur. Hiç bir kimsenin, konumu ne olursa olsun, Allah ve Resü'lü adına münkeri emretme yetkisi yoktur.
Buharî'de bu konuya şöyle bir hadis zikredilmiştir;
Hz.Ali'nin rivayet ettiğine göre: Resülullah (s.a.v.), Ensar’dan (Abdullah b.Huzafe adında) bir kişiyi seriyyenin [162][437]basına komutan yapmış ve onunla beraber gidenlere, komutanlarının sözüne "itaat etmelerim" emretmişti. Komutan bir şeyden öfkelendiğinde "Size Resülullah bana itaat etmeniz! emretmedi mi?" diye sorunca, onlarda "evet" dediler. Oda "Bana odun toplayın"'diye emir verdi. Askerler odunu toplayınca onlar tutuşturmaları için emir verdi. Onlar da ateşi yaktılar. Komutan "Girin içine" diye emir verince, askerlerden bazıları girmeye yeltendi. Bazıları ise "Biz Resülullah'a ateşten (kaçmak için) sığındık, (şimdi kendimizi ateşe mi atalım Dediler.) Bu tartışmalar sürerken ateş kendiliğinden söndü. Komutanın da öfkesi dindi. Peygamber (s. a. v.) 'e bu olay intikal ettiğinde: "Şayet o ateşe girselerdi kıyamete kadar çıkmazlardı (azap içinde kalırlardı.) Taat Ma 'ruftadır" buyurdu" [163][438]
Sürenin son ayetinde böylesine önemli bir gerçek, Resül’e ve insanlığa sunulmaktadır.
Bu sebepten, ayetin başındaki “Kella” nın istiftahiyye-açılış manasında olması daha uygun olacağı kanaatindeyiz.
“Üscüd”kelimesi “Secede-Yescüdü” kökünden (l.babdan) emir olarak gelmiştir.
Secde kelimesi Arap dilinde “Hadaa-boyun eğme, baş eğme” manasınadır. Cahiliye
zamanında da kullanılan bu kelime, İslam’ın gelmesiyle gerçek mahiyetine kavuşmuştur. Namazla bağlantılı secde, anlı yere koyma manasına kullanılmıştır.[164][439]
Okyanus namıyla meşhur Kamus'ta “Sücud” kelimesinin değişik bir manasına dikkat çekilerek şöyle denilmiştir: "Sücüd, ayak üstünde sütun gibi dik durmak manasında olup secde etmeyle zıt olur. “Yukalu Seceder-Reculü iza intesabe” [165][440] yani kişinin ayakta dimdik durması da aynı kelimeyle ifade edilmiştir. Burada ortaya çıkan bir incelik dikkatimizi çekmektedir. Secde olayı bir yerde iki büklüm olup azalarla yerle temas etmeyi ifade ederken bazen bunun tam zıddı olan ayakta dimdik durmayı ifade ediyor. Bu iki ifade her ne kadar birbirine zıt gözükse de ikisi birbirini tamamlayan ifadelerdir. Kişi secdesini yerine göre kafirlere karşı izzetli olması gibi [166][441] dimdik durmayla ifade edecektir. Bazen de iki büklüm olarak tevazünün sınırlarını sergileyecek Müslümanlara karşı çokça hoş görülü olacaktır.[167][442]
Kur'an-ı Kerim'de “Secede”kökünden türeyen 92 ayet değişik kiplerde bulunmaktadır. Mesela: “es-Sacidin” kelimesi 10 defa,
”Mescidün”20 defa geçmektedir.[168][443]
“Üscüd”ifadesi ile 2 yerde geçmektedir.
1-İnsan/ 26 da geçmektedir. “ Ve minel-Leyli fescüd lehu ve Sebbihhu leylen Tavila”
"Gecenin bir kısmında ona secde et. Gecenin uzun bir bölümünde de O 'nü tebih et."
Bu sürenin Mekkî veya Medenî olması ihtilaflıdır. Cumhura göre Medenîdir, İbni Abbas, Mukatil ve Kelbi 'ye göre Mekkî dir [169][444] İnsan süresindeki secde emrinde, Alak süresinden değişik olarak gözümüze çarpan, salt secde değil akşam ve yatsı namazlarım kılma emrini ifade etmesidir.
2-Alak süresinde, 19. ayette geçmektedir. Bu sürede geçen secde emrinin, namaz kılma veya tilavet secdesi olduğunda ihtilaf edilmiştir.
Alak süresinin son ayeti, tilavet secdesi olarak kullananların delilleri şöyledir:
a- İbni Ebî Şeybe'nin Hz. Ali'den rivayet ettiğine göre, Azaim (vazgeçilemeyecek secdeler) dörttür. “ Alak Suresi, Duhan Suresi,Necm Suresi, Secde Suresi ” secdeleridir.[170][445]
b- Ebü Hüreyre’nin bir rivayetinde, bu konuyu destekleyen bir hadis vardır: Ben Resülullah ile “İkra’bismi Rabbikellezi Halaka ve İzes-semaun şekkat ayetleriyle başlayan sürelerde secde ettim.[171][446]
Ayette geçen secdenin namaz secdesi olması da muhtemeldir. Önceden geçen ayetlere baktığımızda, ortada Resul'ün kıldığı, Ebü Cehîl'in men ettiği bir namaz vardır. Yüce Allah'ın da "Ona boyun eğme, secde et ve yaklaş' emri bulunmaktadır. Bu durumu göz önüne alırsak, secde emri, namazla bağlantılı bir emirdir.[172][447] Ne var ki, kullanımda "tilavet secdesi" olarak kullanılmaktadır.
Dipnotlar
430 Keşşaf, II/ 480.
431 Ali İmran, 3/32,132; Nisa, 4/59; Maide, 5/92, Enfal, 8/1,20,46; Taha, 20/90.
432 Furkan, 25/52; Ahzab, 33/61,48.
433 Ahzab,33/l.
434 Kalem, 68/8.
435 Buharî, Kitabu'l Ahkam, 4/3.
436 Müslim, Kitabu'l İmare, 13/1848.
437 Beşle üç yüz arasında veya dört yüz kişilik askeri bir gurup.
438 Buharî, Kitabu'l-Meğazî, Bab, 59, Hadis No: l.
439 Lisanu'1-Arab, III/ 1940.
440 Okyanus, 1/619, Matbaa Amire 1272.
441 Maide, 5/54.
442 Maide, 5/54.
443 Muhammed Fuad, el-Mu'cem, s. 244-245.
444 Kurtubî,XIX/118
445 Ahmed Naim, Sahîh-i Buharî Muhtasarı, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, III/ 353, 5. B, Ankara
1978, D.İ.B.Y.; Kurtubî, XX/ 128.
446 Tecrîd-i Sarîh, XX/ 128.
447 Kurtubî, XX/128.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)