7 Şubat 2010 Pazar

TEFSİR

AYETLERİN TEFSİRİ

1. AYET (NÜBÜVVETİN TESCİLİ)

“Yaratan Rabb'in adıyla oku”

Oku, îlahi vahyin, metafizik alemin, fizik alemi ile bağlantısının ilk emridir, îlahi vahyin insanlarla irtibat kurduğu ilk mesajda; "Rabb'inin adıyla oku " şeklindeki isim tamlamasında önemli bir vurgu vardır. Ayet bir emirle başlıyor. Bu bize, îlahi iradenin ve hakimiyetinin kudretini göstermektedir.“Rabbike” ifadesin ise, Allah'ın kuluna olan rahmetine ve yakınlığına dikkat çekilmektedir.

“Rabbike”isim tamlamasında, "Rab" kelimesinin tekil olarak kullanılması vahyin ilk başladığı andan itibaren nüzul süresince de devam edecek olan Kuran'ın en önemli mesajı olan Allah'ın tevhidine ince bir gönderme içermektedir.
Vahyi getiren Cibril, hadislerden de anlaşılacağı üzere "Oku" emrini üç kere tekrar etmiştir. Burada "oku" diye emredilmektedir. Çünkü emir, yukarıdan aşağıya yani Allah'tan kuluna inmektedir. Ancak bu emri yerine getirememenin acziyetini ifade eden Peygamberimiz " ben okuyamam ki" demiştir. Zira Resul, gerçekten de okuma yazma bilmemektedir.

Acaba bu " oku " emrinden kast edilen nedir?
" Oku " emrinden kast edilen, aslında bizim bildiğimiz manada yazılı bir sayfadan veya kitaptan okuma değildi. Zira Kuran’da da belirtildiği üzere O'nun bu manada okuma yazması yoktu. Nitekim İbni îshak'ın rivayetini hariç tutarsak hiç bir rivayette Cibril'in yanında bakarak okuyacağı bir kitabın indiği zikredilmemiştir.

Buna göre " oku " emri," Hafızadan olan okumaydı." Çünkü o, şimdiye kadar hiç bir şekilde, hiç bir kitap okumamıştı. Ancak bu ilk emirle kendisine ilerde tilavet edeceği zihinden okuma müjdesi verilmiştir. [1][192]
Kur'an-ı Kerîmde kıraatin, tilavet (zihinden okuma) manasında olduğunu beyan eden ayetler vardır. Mesela İsra süresinde “Onu bir Kuran alarak (ayet ayet) ayırdık ki O'nu insanlara dura dura (ara vererek) okuyasın. [1][193]
Diğer bir ayette; "... ve (bana) Kur'an okumam (emredildi) [1][194]
Bu iki ayette geçen kıraat, yazılmış bir kitaptan okuma manasında değil de, zihinden okuma manasınadır.
Günümüzde de böyle bir anlatım, kullanılmaktadır. Okuma yazması olmayan bir kimseye, ezbere bildiği veya kendine öğretildiği herhangi bir şeyi "oku" diye hitap ettiğimiz vakidir.

Hz. Peygamber efendimiz (s.a.v.) zamanında günümüzde kullanılan manada okuma yazma bilenlerin oranı çok düşüktü. Sahabeden okuyup yazan kişiler azınlıktaydı.Kuran’ın tespit ettiği bu gerçeğe Cum'a süresinde "O’dur ki ümmîler içinde, kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber (s.a.v.) gönderdi..." [1][195]diye işaret edilmektedir.
Kuran’ı Kerîmin indiği yıllarda, vahyin, taşlara kemiklere yazılması, okuma yazmanın yaygın olmadığının diğer bir işaretidir. Buna göre sahabe, Kuran’da geçen Kur'an 'dan kolayınıza geldiği kadar okuyun " [1][196] ayetinden anladıktan mana, olsa olsa" zihinden okuma" manasındaki bir okumadır.

Ayette geçen "Oku" emrinin ifade ettiği diğer bir mana. Okumak; salt başkalarına okuyup haber vermek manasında değildir. Diğer bazı ayetlerde geçen "Onlara Nuh'un haberini de oku " [1][197] " Onlara İbrahim’in haberini de oku " [1][198]ayetlerindeki "okuma", o hikayeyi (kıssayı) okumasıdır. Konumuz olan ayette geçen "Oku” emri ise insanlara bunu hikaye etmeksizin sadece okumak manasınadır.
Ayetteki "İkra" emri genel (mutlak) olup kendisinden sonra gelen (Bismi Rabbike) kelimesi ile kayıt ( Takyîd) altına alınmıştır.[1][199]

"İkra" kelimesinin luğatta, Okumak, tebliğ etmek, taşımak, toplamak gibi manaları bünyesinde bulundurmaktadır.[1][200]
Ancak bazı araştırmacılara göre, kelimenin kökeni Arapça asıllı değildir. İbrani’ce bir kelime olan “İkra” o dilde Huşu ile kutsal metinleri okumadır. (to solemniy recite sacred texts) [1][201]Sonra da günümüzde kullanılan, yazılı bir şeyden okuma manasında kullanılmıştır.

Arap dilinde kitaptan okuma ile zihinden okuma arasında küçük de olsa bir nüans farkı vardır. Kitaptan okuma için daha çok “Tela”fiili kullanılmakta, zihinden okuma için “Karee”" fiili kullanılmaktadır. Buna göre bazı müfessirler ayette geçen “İkra” emrini “Ütlü” şeklinde tefsir etmişlerdir. [1][202] Ne var ki Arap dilinde yaygın olan, “İkra”fiili, gerek kitaptan gerek zihinden okumak için de kullanılmaktadır.[1][203]
“İkra”emrinden kasıt, vahy edilecek şeyleri okumaktır. Ancak bazı müfessirler, “Bismi Rabbike” deki Ba’yı yi zaid kabul ederek, emirden maksat, "Allah'ın ismini okumaktır" demişlerdir. Bu görüşte olanlara göre taktir, "Rabb'inm ismini oku" şeklindedir. [1][204]

Ancak bu okumayı Rabb'in ismine hasr etmektense, vahyin tümüne şamil tutmak daha sahihtir.[1][205] Zaten ilk vahiyde Resul'un okuyamamasının sıkıntısı da bu yüzdendir. Şayet oku emrinden kasıt, Rabb'in ismini okumak olsaydı bu emri yerine getirmek zor bir şey olmazdı. Kaldı ki, Kuran’da birçok ayette, Rabb'in isminin zikredilmesi emredilmiştir. Ancak kullanılan ifade “Zikret " şeklindedir.

Oku emri nübüvveti mi yoksa Risalet'i mi haber veriyor?
Vahyin başlangıcı olarak kabul edilen Alak süresinin ilk ayetleri Nübüvvetin tescili anlamındadır. Zamanla Nübüvvetin yanma, tebliğ görevi de verilmiştir. Ancak oku emri,
"Nübüvvetin başlangıcını" ifade etmektedir. [1][206]
Bu görüşümüzü bir takım delillerle desteklememiz mümkündür.
1- Daha önceden de zikrettiğimiz gibi ilk vahiyde tebliğin açıktan açığa haber verildiğini konu alan rivayetler zayıftır.

2- Ayette geçen "Yaratan Rabb'in adıyla oku" ayetinde mana olarak: "Risaleti, (bu okuma olayını) insanlara tebliğ et." gibi bir anlam yoktur.

3- Fetret devri olarak kabul edilen Alak süresinin ilk ay etlerinin inmesiyle, Müddessir süresinin ilk ayetlerinin inmesi arasında geçen vakitte, Risaletin tebliğ edildiğine dair elimizde herhangi bir bilgi yoktur.

Sîyer kaynak kitapları bu dönem hakkında bir bilgi sunmamakta sadece ilk Müslüman olanlarla ilgili bilgiler vermektedir. Buna göre, kadınlardan ilk Müslüman olan Hz. Hatice, erkeklerden Hz.Ebü Bekir, çocuklardan Hz.Ali kölelerden ise Zeyd'tir. Bu bilgiler doğrudur. Ne var ki, bu kişilerin İslamla müşerref olmaların zamanı, tam olarak belirlenmemiştir. Acaba Alak süresinin ilk ayetleri nazil olduktan hemen sonra mı, yoksa fetret devrinden sonra mı Müslüman olmuşlardır? Bunu kesin olarak belirlemek mümkün değildir.
Bu meyanda;
a- Hz-Hatice'nin hemen Müslüman olduğu bilgileri elimizde mevcuttur. Ancak Resul, ilk vahy kıssasını Hatice'ye o heyecanla anlatırken tebliğ niyetiyle anlattığı pek düşünülemez. Belki de yaşadığı olayları onunla paylaşmak istemiştir. Bu konudaki rivayetlerde, Resul’un, bu olayı Hz.Hatice'ye anlatırken tebliği içeren herhangi bir ifadeye rastlanmamaktadır.
b- Ali'nin Müslüman olduğuna dair rivayetler vardır.
Tirmizî'nin; İsmail b. Musa, Ali b. Musa, Ali b. Abis, Müslimu'1-Mela iyyi, Enes b.Malik tarikiyle rivayetine göre, “O'na, Nübüvvet pazartesi günü verilmiş. Ali ise çarşamba günü Müslüman olmuştur.”[1][207] Bazı tarih kitaplarında da bu görüşü destekleyen rivayetler bulunmaktadır. [1][208] Ancak aynı konu etrafında birbirini tutmayan rivayetler de vardır.[1][209]

4- Müddessir suresinde inzar (uyarma) yi açıkça ifade eden ayet vardır. " Kalk, uyar" [1][210] Kurtubî bu ayetin tefsirini Mekkelileri - şayet Müslüman olmazlarsa- azapla korkut, şeklinde tefsir ettikten sonra, Risaletin bu ayetle başladığına dikkat çekmiştir.[1][211]

5- Alak süresinin ilk ayetlerinin inişinden sonra bir müddet vahyin kesilmesi, Müddesir'in ilk ayetlerinden sonra yoğunlaşarak devam etmesi, Alak süresinin ilk ayetlerinin nübüvvetin habercisi, Müddessir süresinin ilk ayetleri ise. Tebliğin habercisi olduğunu bize gösteriyor.

6- Allah-u Teala'nın, Kuran’ın hükümlerini insanlara vahy etmede kademe kademe anlatım usulü, nübüvvet- tebliğ ilişkisinde de geçerlidir. Peygamberimize ilk olarak yalnızlık sevdirilmiş, bir müddet sonra Alak süresinin ilk ayetleriyle Nübüvvet bildirilmiş, Müddessir süresi ile de tebliğ başlamıştır. Yalnız kalma sevgisi nübüvvete hazırlık, nübüvvet ise tebliğ için hazırlık ve geçiş dönemini kapsamaktadır.

"İsmi Rabbike” tabirinde "Rab" ismi, zikredilmiştir. Nitekim vahyin başlangıcında inen ayetlerde Allah-u Teala'nın fiilî bir sıfatı olan "Rab" ismi tercih edilmiştir.
Alak suresinde “Rabbinin adıyla.." [1][212]
Müddessir süresinde "-Rabbini tekbir et (O'nun büyüklüğünü an) [1][213] "Rabb'in için sabret" [1][214] ve benzeri ayetlerde Allah'ın "Rabb" sıfatı tercih edilmiştir.
Bu tercihe şöyle bir yorum getirmemiz mümkündür: Cahiliye toplumuna baktığımızda, o toplumun bir çok tanrılar (rabler) edindiğini, adeta bunu moda haline getirdiğini görüyoruz. Ali İmran suresinde " Allah'tan başka tanrılar edinilmemesi istenmiş, [1][215] peygamberlerin de tanrılar edinilmemesine vurgu yapılmış, [1][216] " Hahamların ve rahiplerini Allah'tan ayrı Rabler edindiler" [1][217]ayeti ile Tevhit dininden ayrıldıklarına dikkat çekilmiştir.

O dönemde herkesin evinde özel bir tanrısı (rabbi) vardı. Sürdürdükleri bu anlayışlarına gerekçe olarak " biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsın diye tapıyoruz.[1][218] iddiasında bulunmuşlardı. Sahte tanrıların bu kadar bol olduğu bir toplumda yaşayan Muhammed (a.s), gerçek Rabb'ini bu ayetlerle hissetmiştir.Yüce Allah Rabb sıfatını Resulle bitiştirerek ona karşı olan rahmetini, şefkatini hissettirmiş ve onun bundan böyle kendi terbiyesi altında olduğunu hissettirmiştir.

Burada dikkati çeken başka bir husus ta, “ el-Haliku, el-Vehhabu, -el-Muizzu” gibi bir sıfat değil de fiilî sıfatlarının içinden özellikle " Rab " sıfatının seçilmesidir. Bilindiği gibi Rab sıfatı, yetiştirmek, büyütmek, sahiplenmek anlamlarına gelmektedir. Bu açıdan, Rab şifalının fiilî sıfatların içinde önemli bir ayrıcalığı vardır. Terbiye sıfatı, diğer sıfatların içinde bu anlamıyla da tezahür etmektedir. Mesela: Rububiyet, Allah-u Teala'nın “el-Fettah, el-Rezzak, el-Vehhab ” gibi rızık ve bağışla ilgili olan sıfatlarla canlıların yetiştirilmesi ve büyütülmesi, "el-Müiz, el-Müzil, el-Hafid, el-Rafi” gibi sıfatlarla ise insanların ceza ile terbiye edilmesinde ön plana çıkmaktadır.

“Ellezi Halak” Alak Suresinde Allah 'u Teala’nın sıfatlarından ilk olarak "Rab" ,
ikinci olarak da “Halik” (yaratıcı) sıfatı zikredilmiştir. Yaratma ile Rububiyet arasında
direk bir bağlantı vardır. Zira yaratma olmadan terbiyenin hiçbir türü gerçekleşemez. İnsanın terbiyesi için ilk önce kademe kademe nutfe, alaka, mudğa, izam, lahm yaratılma aşamaları gerçekleşmelidir. Çünkü yaratmak en büyük terbiye, en büyük nimettir. "İnsan önceden hiçbir şey değilken kendisini nasıl yarattığımızı düşünmüyor mu? [1][219] Yaratmanın devamlı olmasında, Yüce Allah'ın Rububiyet sıfatı vardır.
Yaratmadaki terbiye, varlığın basit yapısından başlayıp, yavaş yavaş mükemmele
erişmesidir.
Alemin her noktasında, varlık ve hayatın bulunduğu her yerde, Rububiyyet'in etkisi görülmektedir.
Vahyin ilk ayetlerinde arka arkaya zikredilen "Halaka-Rab" sıfatlarının özellikle ilk inen ayetlerde seçilmesinde başka bir takım hikmetler de vardır.
Allah'u Teala kendi sıfatlarından olan işitme. Görme, Konuşma, îlim, îrade gibi bir çok sıfatı insanoğluna da bahşetmiştir. Ancak yaratma sıfatı Allah-u Teala'nın kendine has bir sıfatıdır, insanlar için kullanılması, mecaz haricinde, mümkün değildir.

Yaratma Arap dilinde: "Bir şeyi eşi, benzeri ve geçmişi olmaksızın ortaya çıkarmak" manasında kullanılır. Allahu Teala'nın yarattığı her şey, daha önce benzeri bulunmayan varlıklardır. Nitekim ayette “İyi bilin ki yaratma ve emir O' nun dur.[1][220] Diğer bir ayette, “Allah'tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mıdır? [1][221] Başka bir ayette ise "'Attığınız meniyi gördünüz mü? Siz mi onu yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz?[1][222] buyrularak Allahu Teala'nın Yaratma sıfatına dikkat çekilmiştir.

Arap toplumu, cahiliyede birçok tanrıya taptıkları halde, gerçek yaratıcının onlar olmadığını, her şeyi yaratan bir îlah'ın bulunduğunun farkındaydılar. "And olsun onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, mutlaka "Allah" derler.” [1][223] Yüce Allah, Kuran’da birçok ayetlerde "Yaratan" olan Allah'a ibadet etmenin gerekliliğini vurgulamaktadır.
"Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize kulluk edin ki, (Allah 'ın) azabından korunasınız.” [1][224]
"Sizi ve önceki nesilleri yaratan (Allah) tan korkun.” [1][225]
"Size ne oluyor ki, Allah için saygı (göstermek) istemiyorsunuz. Oysa O, sizi çeşitli merhaleler halinde yarattı” [1][226]
"Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” [1][227]
"Halaka" filinin birinci ayette zikredilmesini diğer bir hikmeti ise: İnsanı bütün
kemalatıyla yaratmaya kadir olan Yüce Mevla, "İnsana okumayı bilmese dahi, o melekeyi verdiğine" tembih etmektir.[1][228]

Alusî, "Halaka" fiili için, lazım (geçişsiz) veya müteaddî (geçişli) olmak üzere iki
veçhin de caiz olduğunu zikretmiştir. [1][229] Bu iki değişik takdirden birbirine yakın iki mana çıkmaktadır.
1- “Halaka” fiilini lazım olarak kabul ettiğimizde mana: " Kendisinden yaratma meydana gelen, yaratmayı kendisine ait kılan, O'ndan başka yaratan bulunmayan" şeklindedir.
2- “Halaka” fiilini müteaddi kabul ettiğimizde ise mana:" O yüce zat her şeyi yaratandır" şeklindedir. [1][230]

Dipnotlar
192 İbni Aşür, XXX/ 435;
193 İsra,17/106.
194 Neml,27/92.
195 Cum’a, 62/2.
196 Müzemmil, 26/69.
197 Yunus,10/71.
[1][1]98 Şuara, 26/96
199Kirmanî, el-Burhan Fî Tevcîh-i Müteşabihi'l-Kur'an, s. 298, Mısır 1993.
200 İbni Manzür, Lisanu'lArab, V/3563, Kahire ty, Daru'l-Mearif.
201 Watt, Montgomery, Muhammed at Mecca, s. 47, Oxford, Clarendon Press, 1953.
202 İbni Aşür, XXX/ 45.
203 Binti'ş-Şatiî, et-Tefsîru'1-Beyanî lil-Kur'ani'l-Kerîm, II/15.
204 Kurtubî, XX/ 119; Muhammed Cemaluddin el- Kasimî, Mehasinu't- Te'vîl, XVII/ 513, Tahrîc, Muhammed Fuad Abdulbakî, Halebî.
205 Alüsî, XXX/ 179.
206 Muhammed İzzet Derveze, et-Tefsîru'l Hadîs, I/ 23, Kahire Ty, Halebî.
207 Tirmizî, Kitabu'l- Menakib, 21/ 3728 .
208 İbni Kesîr, es-Sîretu'n-Nebeviyye, 1/212.
209 a.g.e., aynı sayfa.
210 Müddessir, 74/2.
211 Kurtubî, XIX/ 61
212 Alak, 96/3.
213 Müddessir, 74/3.
214 Müddessir, 74/7.
215 Ali İmran, 3/64.
216 Ali İmran, 3/80.
217 Tevbe, 9/31.
218 Zümer, 39/ 3.
219 Meryem, 19/ 67.
220 A'raf, 7/54.
221 Fatır, 35/3
222 Vakıa, 56/58,59.
223 Lokman, 31/1.
224 Bakara, 2/21.
225 Şuara, 26/184.
226 Nuh, 71/13,14.
227 Mü'minün.23/115
228 İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu'1-Beyan, X/472, İst. 1389, Eser.
229 Alüsî, XXX/ 180
230 Bursevî, X/ 472; Ni'metullah Mahmut, Tefsiru Cüz'i Amme, Tahkik: Mahmut Şelebi, Mısır 1930, Daru'l Fikri'1-Arabî.

2.AYET (İNSANIN YARATILIŞI - ÜREMESİ)

O, İnsanı Alak'tan yarattı.

“Alak”kelimesi çoğuldur. Müfredi “Alakatün” dür. Alak kelimesi diğer ayetlerde müfred olarak geçmiştir. [1][231] Kuran’da yalnız bu sürede çoğul olarak kullanılmıştır. Buna sebep olarak, iki ihtimal ileri sürülmüştür.
l- Kendinden önce geçen ayetin sonundaki (Halaka) kelimesi ile uyum sağlaması için,
2- Ayette geçen “el-İnsan” kelimesi "cinsi" ifade ederek çoğuldur; eşitlik olsun diye, o da cem' olarak kullanılmıştır.[1][232]

Kur'an-ı Kerîmin değindiği temel konulardan biri de yaratılış konularıdır. Bizleri ve yaptığımız işleri yaratan [1][233] yüce Allah, bizim vakıf olmadığımız birçok şeyleri de yaratmıştır.[1][234]
Kur'an-ı Kerîmde, yaratılış olaylarını incelemek ve araştırmakla yükümlü olduğumuzu bildiren ayetler vardır.
" De ki: Yeryüzünde gezin, bakın yaratmağa nasıl başladı..? [1][235]

Yaratma ifadesi Kuran’da değişik kelimelerle zikredilmiştir. Bunlar: “Halaka-Enşee-Ceale-Fatara-Bedea” gibi kelimelerdir. Bunların içinde “Halaka” fiili, değişik kelimelerle en fazla zikredilenlerden biridir.
Mesela: ”Halaka” fiili 64 defa, “Halakaküm” fiili 16 ve “Halakna” olarak ta 24 defa zikredilmiştir. [1][236]

Yüce Allah, yaratmaya kozmik bir alev kütlesi, yüksek derecede sıcaklığı olan "Nebüla" ile başlamıştır. Kur'an-ı Kerîm aynı maddeyi "Duhan-duman " olarak tanıtmıştır. [1][237] Buna göre ortaya çıkan ilk varlıklar gökler ve yeryüzüdür. Bunların yaratılışı altı yaratılış döneminde tamamlanmıştır. [1][238]
Gerek bunların, gerek bunlardan sonra yaratılanların hepsi, Allah-u Teala'nın "Kün" emri ile var olmuştur. Ol emri, gerek Hz. İsa’nın yaratılışında, [1][239] gerek Hz. Adem'in canlı hale gelmesinde, gerekse öldükten sonra dirilmede [1][240] kullanılmıştır.
Her şeyi çift yaratan [1][241] yüce Allah, birçok ayetlerde, yaratılışın sudan olduğunu bildirmiştir." Her canlı varlığı sudan yarattık.[1][242]

1. Merhale: Topraktan Yaratılma

İlk insan, yeryüzünde bütün canlı türlerin yaratılmasından sonraki bir zamanda yaratılmıştır. Bu yaratılış, kendine has şartlar dahilinde gerçekleşmiştir. Hiçbir canlının yaratılışı, tekamül (evrim) sonucu meydana gelmemiştir. Yaratılış maddesi, kuru balçık ve çamur haldeki katı ve sıvı topraktan oluşmuştur.[1][243]
Yüce Allah, topraktan bedeni "ol emri" ile canlı hale getirmiş, hücre seviyesinde başlayan hayat belirtileri, kendi bünyesinde değişik safhalardan sonra teşekkül eden organlarıyla insan şekline kavuşmuştur. Ancak geçirdiği safhalar içinde, önce bitki, sonra hayvan oluşumu daha sonra da, hayvanın insan şekline gelmesi gibi farklı bir durum söz konusu değildir.[1][244]

Kur'an-ı Kerîmde, yaratılmadaki kademe şöyle açıklanmıştır.
"And olsun biz insanı çamurdan (meydana gelen) bir süzmeden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargahta nutfe haline getirdik. Sonra o nutfeyi alaka yaptık. Peşinden alakayı, bir çiğnemlik et yaptık. O bir çiğnemlik eti de kemiklere çevirdik. O kemiklere et giydirdik. Daha sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik.Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir. [1][245]

2.Merhale: “Nutfe-Sperma”

İlk yaratılıştaki " topraktan yaratılma" olayını bir kenara koyacak olursak, insan yaratılışının başlangıcını "Nutfe" merhalesi teşkil etmektedir.

Nutfe, Kur'an-ı Kerîmde 12 yerde geçmektedir. Bunlardan bir kaçının mealini aşağıda zikredeceğiz.
" And olsun biz insanı çamurdan (meydana gelen) bir süzmeden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargahta sütte haline getirdik.” [1][246]
" Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir
çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi, belirtilmiş bir vakte kadar rahimde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz." [1][247]
" O'dur ki (önce) sizi topraktan sonra nutfeden sonra (kan pıhtısı görünümündeki) alakadan yaratan.” [1][248]
" Kahrolası insan, ne kadar da nankördür! (Allah) hangi şeyden yarattı? Nutfe'den. Onu yarattı, ona biçim verdi sonra ona yolu (ana kanından) çıkmasını kolaylaştırdı." [1][249]
Nutfe kelimesinin (kendine ek bir sıfat alarak) “Nutfetin Emşac- karışık sperma" şeklinde bir kullanımı da vardır. Bu da Kuran’da bir yerde geçmektedir.
"Doğrusu biz insanı birbiriyle karışık bir nutfe (sperma) den yarattık.” [1][250]

Kuran’da zikri geçen, karışık spermanın gerçekleşmesi şöyle olmaktadır. Meni'nin içinde sayılamayacak kadar çok sayıda bulunan hayvancıklardan yalnız birinin yumurtaya döllenmesi Allah tarafından takdir edilmiştir. İlkah olduktan sonra, iki ayrı cisim birleşince bölünme sonunda 46 kromozom ihtiva eden bir hücre meydana gelir. İşte bu hücre. döllenmiş Yumurta veya Kur 'an 'in deyimiyle “Nutfetin Emşac” modern ilmin tabiriyle sperma ile yumurtanın birleşimi (zigot-tozoid) den meydana gelen bir adlandırmadır. [1][251]

Kuran’da insanın Meni (erlik suyu)'den yaratıldığını bildiren ayetler de vardır.
Meni: Erkeğin üreme salgılarına ve husye (testis), prostat ve meni keseciğinin ifrazlarına denir. Meni ile nutfe aynı şeyler gibi gözükse de aralarında fark vardır. Zira meni (erlik suyu) nun manası nutfeye göre daha geniştir. Nutfe ise meninin bir parçasıdır. Yaratılış menide bulunan nutfeden gerçekleşmektedir.
Meni iki kısımdan meydana gelmektedir:
a- Testislerde bulunan meni kanalcıklarının içinde bulunan meni hayvancıkları
(esas nutfe budur).
b- Bu hayvancıkları taşıyan, besleyen ve içinde yüzdürerek rahme kadar götüren sıvı. [1][252]
Nutfe ile meni arasındaki ayırıma Kuran’da da dikkat çekilmiştir. "Kendisi (insan) dölyatağına dökülen meniden bir nutfe değil miydi? [1][253]
Meni lafzı Kur'an-ı Kerîmde 3 yerde geçmektedir.
l- "İnsan, başı boş bırakılacağını mı sanır? Kendisi (döl yatağına dökülen) meniden bir nutfe değil miydi? [1][254]
2- "Attığınız meniyi gördünüz mü? Siz mi onu (insan suretinde) yaratıyorsunuz
yoksa yaratan biz miyiz? [1][255]
3- "Doğrusu O yarattı, iki çifti; erkeği de, dişiyi de. Atıldığında meniden. [1][256]
Bu ayette nutfe ve meni ikisi de geçmektedir. Ayette geçen dökülen meni, “İza Tümna” erkeğin nutfesidir.
Ananın yumurtası hep dişilik işareti verdiğinden, Yüce Allah'ın iradesiyle ceninin cinsiyetini kız veya erkek oluşunu tayin eden meni hayvancıklarıdır. Çünkü meni hayvancıklarının kimi erkek kimi de dişi işareti taşımaktadır.

3.Merhale Alaka

Alaka, (karışık) nutfe oluşumundan sonra meydana gelen safhadır. Karışık nutfenin (döllenmiş yumurtanın) rahme asılması (dut meyvası şeklini almaşı) ile başlar, Mudğa (Çiğnemik et) diye adlandırılan bedenin kütlesel olarak ortaya çıkmasıyla sona erer. [1][257]

Alaka kelimesi Kuran’da, 5 yerde geçmektedir.
1- " Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi, belirtilmiş bir vakte kadar rahimde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. [1][258]
2- " And olsun biz insanı çamurdan (meydana gelen) bir süzmeden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargahta nutfe haline getirdik. Sonra o nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta ) yaptık. Peşinden alakayı, bir çiğnemlik et yaptık. O bir çiğnemlik eti de kemiklere çevirdik. O kemiklere et giydirdik. Daha sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik. Yaratan/atın en güzeli Allah, ne yücedir. [1][259]
3- " İnsan, başı boş bırakılacağını mı sanır? Kendisi (döl yatağına dökülen) meniden bir nutfe değil miydi? Sonra alaka oldu da (Rabbi onu) yarattı, ona şekil verdi.” [1][260]
4- "O 'dur ki (önce) sizi topraktan sonra nutfeden sonra (kan pıhtısı görünümündeki) alakadan yaratan. [1][261]
5- "Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı alakdan yarattı. [1][262]

Müfessirlere göre alaka lafzı:

Eski müfessirlerin hemen hepsi, yeni müfessirlerin de bazıları alakanın, "pıhtılaşmış kan “ ed-Demül Camid ” manasına geldiğini söylemişlerdir, İngilizce yazılan meallerde de aynı ifade (cilot) kullanılmıştır.[1][263]
Yeni yapılan meallerde ise "alak" için yeni güncel yorumlar getirilmeye başlanmıştır. Mesela: Süleyman Ateş'in Mealinde " Döllenmiş Yumurta- Embriyo" şeklinde tercüme edilmiştir.[1][264] Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarından bir komisyon tarafından yapılan mealde de " aşılanmış yumurta" şeklinde geçmektedir.[1][265]

Bize göre " Aşılanmış veya Döllenmiş Yumurta" tabiri, daha ziyade “Nutfetün Emşac” ın karşılığı olsa gerektir. Zira aşılanma olayı, nutfenin rahme dökülmesinden kısa bir süre sonra gerçekleşmektedir. Meni içerisinde bulunan milyonlarca hayvancıkların hepsi yumurtayı dölleyecek durumda değildir. Çünkü bunların %20'si dölleme yapmaya elverişli değildir. Bunların çoğu yolculuk esnasında ölür. Bu milyonlarca meni hayvancığından beş yüz kadarı yumurtaya kadar varabilir. Bunların içinden yalnız bir tanesi yumurtanın kalın duvarını delerek onu döllemeyi başarabilir. [1][266]

Alaka ise yukarıda zikredilen döllenmeden sonra, yani döllenmiş yumurtanın (dut meyvası şeklinde) rahim çeperlerine asıldığı ve orada takılı kaldığı safhada oluştuğu gözükmektedir. [1][267]
Eski müfessirlerin alakaya "donmuş kan" manasını vermeleri kendilerine göre ve o zamanın tıbbi gelişmelerine göre pekte yabana atılacak bir görüş değildir. Zira rahim çeperlerine asılı bulunan alakanın etrafı kan havuzcuğuyla çevrilidir. Alakanın bu haldeyken hacminin, milimetrenin dörtte biri olduğunu göz önüne alırsak, eski müfessirlerin ona neden koyu kan manası verdiklerini daha kolay anlarız. Alakanın etrafı koyu bir kan tabakası ile örtülü olduğundan çıplak gözle görülmesi mümkün değildir. Ama dıştaki kan havuzcuğu gözle görülebilir olduğundan, eski müfessirler tarafından donmuş kan şeklinde yorum yapılmıştı. [1][268]
Bu açıklamalardan sonra akla şöyle bir soru gelebilir: Alaka'yı Türkçe’ye tercüme ettiğimizde hangi kelimeyi kullanacağız? Bu durum pek de açık değildir. Zira Alaka'yı
tek kelime ile ifade etmek pek mümkün gözükmemektedir. Döllenmiş yumurta ifadesi biraz eksik kalmaktadır. "Rahim çeperlerine asılı döllenmiş yumurta" yahut "döllenmiş yumurtanın ana rahmine tutunması (nidadition) [1][269] şeklinde bir ifade gerçeğe biraz daha yakın gözükmektedir.

Alaka'nın gelişimi:

Yumurtanın döllenmesiyle beraber arka arkaya bölünmeler başlar. Yumurta kırk saat zarfında dörde, seksen saatte otuz ikiye bölünür. Beş gün geçmeden "dut meyvası" kadar olur. Bu konuma “Morulla” ismi verilir. Sonra o kürenin içi bir sıvı ile dolar. Bu küreye de “Blastula” diye isim verilir. Bu sırada ana kürenin hücreleri dış tabaka ve iç tabaka diye adlandırılan iki tabakaya ayrılır.
Dış Tabaka “Ğayri Muhallaka” Kemirici ve besleyici hücrelerden meydana gelir. Ana
küre, rahme varır varmaz orada tutunur, rahim çeperine asılır, rahim hücrelerini kemirmeye başlar. Alaka, genelde rahmin arka kısmına özellikle üst yarısına asılır. Zira ceninin gelişmesi için en uygun yer burasıdır. Bu arada rahim, bu bölgede daha fazla kan salarak zar tabakasını kalınlaştırmak ve kan kesecikleri için hazırlıklar yapar.
İç Tabaka “Muhallaka” Yüce Allah, cenini ve cenini kaplayan zarları bu tabakadan
yaratır, ilk bakışta yuvarlak, yassı bir cisme benzeyen cenin levhası bu tabakadan oluşur. Sonra bu yassı yuvarlak görünüm uzayarak armut şeklini alır. Döllenmeden beş-yedi gün sonra ana küre rahim duvarına yerleşir. Kürenin dış tabakasındaki hücreler, rahim duvarındaki hücreleri kemirmeye ve gıdasını rahimden almaya başlar. Bu hücreler direkt olarak rahmin kan kesecikleri ile temas kurar, onlardan kendine ve cenine gerekli gıdaları alır. [1][270]

“Günümüzde bazı tefsirciler (özellikle tıp konularıyla bağlantılı ayetleri tefsir edenler) yaratma olayının alaka safhasından başladığını öne sürmüşlerdir. [1][271]
Kitabında bu konuyu işleyen Dr. Muhammed Ali el-Bar şöyle demektedir:" Müslim, Sahihinde Huzeyfe b. Esîd'den şöyle bir hadis rivayet etmiştir.
"Nutfe üzerinden kırk gün geçince, Yüce Allah bir melek gönderir. Melek ona şekil verir. Kulağını, gözünü, derisini, etini ve kemiklerini yaratır. Sonra, "Ya Rabbi, erkek mi dişi mi ?" der. Allah dilediğim hükmeder ve melek yazar. Sonra da "Ya Rabbi, eceli ne zamandır?" der. Allah dilediğini hükmeder ve melek yazar. Daha sonra yazılı rızkını sorar. Allah dilediğini hükmeder ve melek yazar. Sonun da melek elinde yazılı kağıdı ile çıkar. Emredilene hiç bir ilavede bulunmaz." [1][272]
İbn Recep el-Hanbelî, Camiu'1-Ulüm vel-Hikem adlı kitabında şöyle demektedir. "Bütün bunlar (yaratmayla bağlantılı rivayetler) yaratmanın, "Alaka" safhasında mümkün olacağı esasına dayanıyor. Nitekim yukarıda geçen Huzeyfe b. Esîd hadisi de buna delalet etmektedir. Tıp doktorları da yaratma planının "Alaka" üzerine çizildiğini söylemektedirler. [1][273]

4- 4. Merhale: Mudğa ve Diğer Evreler.

Mudğa, yaratılış evrelerinden biridir. Çiğnenmiş et görünümünde olduğu için bu ismi almıştır. Mudğa dönemi üçüncü haftada "Somit" denen beden kütlelerinin görünmesi ile başlar. Bu kütleler, üçüncü haftada arka arkaya çıkmaya başlar ve orta hattın her iki yanında olmak üzere dördüncü haftanın sonunda kırk küsur kütleye varır. Tomurcuk şeklindeki eğri kabartılar bu dönemde görülür. Somitler, orta hattın her iki yanında çıkar, sonunda omuriliğe dönüşecek olan sinir oluğunu kuşatırlar. Yüce Allah, kıvrılıp omuriliği kapatan omurga kemiklerini de bu somitlerden yaratır. Nitekim adale veya Kuran’ın tabiri ile " Lahm-et-" bu somitlerden yaratılır. [1][274]
" O bir çiğnemlik eti de kemiklere çevirdik. O kemiklere et giydirdik. Daha. soma onu başka bir yaratılışla insan baline getirdik. Yaratanlatm en güzeli Allah, ne yücedir. [1][275]
Dördüncü haftada tekamül eden mudğa, beşinci ve altıncı haftalarda omurlara dönüşür. Bu omurlar, ilk önce kıkırdak halindedir. Sonradan “ Azm –kemik”leşirler. Altıncı
ve yedinci haftalarda “ Lahm-kas”lar oluşur. Daha sonra kaslar kemiklerin üzerini kaplar. [1][276]
Kuran’da geçen bilimsel ifadeler günümüzde tespit edilmiş bilgilerle karşılaştırıldığında aradaki uyumluluk açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Ortaçağ boyunca, efsaneler ve temelsiz tasavvurlar, çeşitli düşüncelere kaynaklık etmişti: bu telakkiler ondan sonra da yüzyıllarca devam etti. Embriyolojinin tarihinde belli başlı aşamanın, 1651 yılında Harvey'in ortaya attığı "her canlı başlangıçta bir yumurtadan gelir" sözü olup, embriyonun yavaş yavaş ve kısım kısım geliştiği bilinmektedir. Fakat o dönemlerde henüz ilerlemeye başlayan bilimin, mikroskobun bulunmasından geniş ölçüde yararlanmakla birlikte, bizi şu anda ilgilendiren üreme konusunda, hala yumurta ile sperma hücresinin karşılıklı rollerini tartışıldığını da hatırlamak gerekir. Tabiat bilgini Buffon, yumurtanın rolünü savunanlar safında yer alırken, Bonnet, tohumların kutulandığı tezini savunuyordu: Ona göre, insanlığın anası olan Hz. Havva'nın yumurtalığı bütün insanların tohumlarını, birbirine geçerek kurulanmış olarak ihtiva etmeliydi. Bu hipotez 18. yüzyılda epeyce itibar görmüştü. İşte o çağdan bin yıldan fazla bir zaman önce, hayali ve akıl almaz inançların muteber olduğu bir dönemde, insanlık, Kuran’ı tanımıştı. Kur'an, insanların keşfetmek için yüzyıllarını harcayacakları, insanın üremesi konusunda temel gerçekleri, sade bir anlatımla insanlığa açıklıyordu.[1][277]

İkinci ayette "insanı yarattı" buyrularak özellikle insana dikkat çekilmiş, diğer bir ayette ise "yerlerin ve göklerin yaratılması insanların yaratılmasından daha büyüktür." [1][278] buyrulmuştur.
Allah-u Teala'nın özellikle insanı zikretmesinin sebebi Zemahşerî'nin de işaret ettiği gibi Kıır'an 'in insanoğluna indirilmesinden dolayıdır.[1][279]
Kurtubî'ye göre ise, insana şeref vermek, yahut insanoğluna, ne kadar çok nimetler verildiğini açıklamak için insan, özellikle zikredilmiştir. [1][280]
İnsanoğluna Kur'an indirilmiş, ikramların en güzeli ona sunulmuştur. "And olsun biz. Adem oğullarına (güzel biçim, mizaç ve aklî kabiliyetler vermek suretiyle) çok ikram ettik, onları karada ve denizde (hayvanlar ve taşıtlar üzerinde ) taşıdık. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık." [1][281]

Ayette " İnsanı Alaktan yarattı" buyrularak insanın yaratılışındaki evrelerden özellikle alakaya dikkat çekilmiştir. Çünkü çok değişik bir kavram olan alak, dinleyenler tarafından hemen dikkatleri çekerek, vahyin ilk ayetlerinde dikkatler Allah'ın Yüce Kudretine yönelecektir.
Bunun yanında birinci ve ikinci ayetlerin sonlarında bulunan “ Alaka – Halaka ” kelimeleriyle lafız ve musikî uyumu sağlanmaktadır.

Dipnotlar
231 Hac, 22/5; Müminün, 23/14; Ğafır, 40/67; Kıyame, 75/38.
232 Muhammed b.Ebî Bekr b.Abdi'l Kadir er-Razî, Mesailu'r-Razî ve Ecvibetuha min Garaibi Ayi't-Tenzîl, s. 378, B.2, Tahkik: İbrahim Adve İvad, Mısır 1985, Halebî.
233 Saffat, 37/96.
234 Nahl, 16/8.
235 Ankebüt, 29/20.
236 Fuad Abdulbakî, el-Mu'cem, s. 241,242.
237 Fussilet, 41/11
238 Araf, 7/54; Yunus, 10/3; Hüd, 11/7; Furkan, 25/59; Secde, 32/4; Kaf, 50/38.
239 Alî İmran, 3/ 47.
240 Nahl, 16/39,40
241 Şuara, 26/7; Lokman, 31/10; Kaf, 50/7; Ra'd, 13/3; Zariyat, 51/49.
242 Enbiya, 21/30; Furkan, 25/54; Nur, 24/45; Fatır, 35/11.
243Ali İmran, 3/59; Hicr, 15/26; Hacc, 22/5; Secde, 32/7; Mü'minün, 23/12; Saffat, 37/11; Rahman,
55/14.
244 Sakıp Yıldız, Kur'an Işığında Yaratılış Konuları, s. 58.
245 Müminun, 23/12-14
246 Müminun, 23/12-14
247 Hacc, 22/5.
248 Mü'min, 40/67.
249 Abese, 80/17-20.
250 İnsan, 76/2.
251 Muhammed Ali el-Bar, Halku'l-İnsan Beyne't-Tıbbi vel-Kur'an, s.133, B.6, Suüd 1986; Bazı yorumcular "Nutefetun emşaç" 'ı, testiküller, sperma keseleri, prostat ve sidik yolarmm salgıladığı ifrazattan oluşan meni şeklinde açıklamışlardır. Maurice Bucaılle, Kitab-ı Mukaddes Kur'an ve Bilim, s.299, Trc. Suad Yıldırm, İzmir 1981.
252 a.g.e.,s. 110
253 Kıyame, 75/37.
254 Kıyame, 75/36, 37.
255 Vakia, 56/58,59.
256 Necm, 53/46. '
257 Bar, s 20.
258 Hacc,22/5.
259 Mü’minün, 23/12-14.
260 Kıyame, 75/36, 37,38.
261 Mü'min, 40/67
262 Alak. 96/1.2.
263 The Holy Qur'an, Wıth Englısh Translatlon, Ali Özek, Nureddin Uzunoğlu ve diğerleri, s.596, 3. B. İst. 1996, İlmi Neşriyat, ; Interpretatıon of The Meanings of The Noble Qur'an, Muhammed Muhsin Khan - Muhammed TaQi-ud-dın al Hilali, B.12, 1995, Darusselam
264 Süleyman Ateş, Kur'an-ı Kerîm ve Yüce Meali, s. 597, Ankara 1983, Kılıç Kitabevi,
265 Kur'an-ı Kerîm ve Türkçe Açıklamalı Meali, s. 596, (Komisyon) Medine-i Münevvere 1992, Kral Fahd Basım Kurumu,
266 Bar, s. 162
267 Bar, s.202.
268 Bar, s.204; Desidua (gebelik rahim iç zarına verilen isim) sadece implantasyon (rahme aşılandığı yer) bölgesinde vasküler reaksiyon (kan damarları ile değişim) vuku bulur. 9.5 günlük embriyonun 2/3 ü implante olmuş; yani rahme gömülmüştür.Implantasyon yeri ufak bir kırmızı leke olarak görülür.Embriyo 12.5 günlük oldıığıında gebelik ürünü, implantasyonunu tamamlamış embriyonun etrafında Lakünler matemal (anneye ait kanla) dolmuştur. Muhammed Ali el-Bar, Kur'an-ı Kerîm ve Modem Tıbba Göre insanın Yaratılışı, s. 85, Trc.: Dr. Abdulvehhab Öztürk, Anakara 1996, T.D.V.Y.
269 Maurice Bucaille, Kitab-ı Mukaddes Kur'an ve Bilim, s.295
270 Bar, s.205.
271 İbnAşür,XXX/438.
272 Bkz., Müslim, Kitabu'l-Kader, l/ 4783; Buharî, Kitabu'l-Enbiya, l/ 8; Tirmizî, Kitabu'1-Kader. 4/2137.
273 Bar, s.210.
274 a.g.e-.s. 113.
275 Mü'minün, 23/12-14
276 Kur'an-ı Kerîm ve Modem Tıbba Göre insanın Yaratılışı, s. 113.
277 Kitab-ı Mukaddes Kur'an ve Bilim, s. 305, 306.
278 Ğafir, 40/ 57.
279 Zemahserî, Ebu'l-Kasım Carullah Mahmud b. Ömer, el- Keşşaf an Hakaikı't-Tenzîl ve Uyuni'l- akavîi fî Vücudi't- Te'vîl, s.223. Daru Alemi'l- Ma'rife,
280 Kurtubi, xx/119
281 İsra, 17/70.


3. AYET (ALLAH'IN KEREMİ)

Oku. Rabb'in en büyük kerem sahibidir.

Üçüncü ve birinci ayetin başlangıcında “ İkra ”kelimesi vardır.
Tekrarın gerekçesi için değişik yorumlar yapılmıştır.
a- Birinci ayetteki "oku emri" ile Resulün kendisine, üçüncü ayetteki ile Resulün
başkasına okuması, risaleti tebliğ etmesi emredilmiştir. [2][282]
b- Birinci oku emri namazda okıı manasında, ikincisi ise namaz haricinde oku, veya birinci emir, öğrenmek, ikinci emir öğretmek manasındadır. [3][283]
c- İkinci oku emri, birinci emrin tekidi dir ve cümle burada bitmektedir. “ Ve Rabbükel Ekrem ”cümlesi ise yeni bir başlangıçtır. [4][284]
d-İkinci okuma emri, Resül'de okumanın meleke alışkanlık haline gelmesini temin etmek içindir. [5][285]
e- İkinci okuma emri, “ Ünsiyeti ”meydana getirmek için tekrarlanmıştır.[6][286]

Bütün bu görüşleri incelendiğinde söylenenlerin birbirine yakın şeyler olduğu görülmektedir. Ne var ki, "birinci emir kendisine, ikincisi tebliğ için" şeklindeki Razî'nin görüşü, gerçekle örtüşmemektedir. Zira vahyin ilk ayetleri olan bu emirlerin ikisi de direk Resuledir. Tebliğ dönemi henüz başlamamıştır.
"Namazda oku emri" görüşü de uygun değildir. Çünkü namaz daha sonraları farz kılınmıştır, "okumada meleke kesb etmesi" yorumu da ayetin konumuna uygun düşmemektedir. Zira Resul vahiy ile ilk defa karşılaşmıştır. Meleke kesb etmesi bir yana, ilk etapta olayın şokunu yaşamaktadır.

Müfessirlerin kendilerini "ikinci oku emrini birincisiyle bağlantı kurmaya mecbur hissetmeleri", onları böyle değişik yorumlara yöneltmiştir. Halbuki her ayeti kendi kalıbında tüm olarak ele alırsak ayetlerde tekrar olmadığını, çok değişik manaları ihtiva ettiğini görülecektir.
Buna göre: Birinci ayette Resul, Allah'ın kendine vahy ettiklerini okumaya davet edilmektedir. Okuyacaktır, Zira vahy, Yaratan tarafından gelmektedir. Bu vahy, ne bir şair sözüdür, [7][287] ne kahin uydurmasıdır, [8][288] ne de şeytanın vahyidir.[9][289]
Üçüncü ayette ise Resul, Yüce Rabbinin fazlının ne kadar geniş olduğu, kereminin ne kadar fazla olduğunu ve ancak o Rabbin ibadete layık olduğunu hissederek okuması emredilmektedir.

"Rabbin en büyük kerem sahibidir."
“ el-Ekrem ” en büyük kerem sahibi demektir. Allah'ın keremine yetişecek hiçbir kerem sahibi yoktur. Allah'ın bahşettiği nîmetler sonsuzdur, saymaya gelmez. [10][290] Yüce Allah, keremini ya bizzat ihsan edecek ya da ona giden yolları sebeplerle kolaylaştıracaktır.[11][291]

Müfessirler “ el-Ekrem ” sıfatının münasebetini kurmak için değişik yorumlar ileri sürmüşlerdir.
a- O Allah en büyük kerem sahibidir. Resul'un okuduğu her harf için on sevap verecektir. Mana: "Sen başka bir gaye için değil, ancak benim için oku. Ben sana aklının alamayacağı kadar mükafat vereceğim." şeklindedir.[12][292]
b- Sen Ey Resul, kerîmsin, ancak ben senden de kerîmim. Benim keremim en büyüktür. Zira benden başkaları bir ikram yaptıklarında menfaat, medh, sevap gibi karşılık beklerler. Ben ise ikramımı, sırf ikram olsun diye yapıyorum.[13][293]
c- Rabb'in Ekrem'dir. Çünkü bütün keremlerin ilk çıkış noktası ondadır.[14][294]
d- Rabbin Ekrem'dir. Zira kulların cehaletine karşı müsamahakardır. Onların cezasını vermekte acele etmez.[15][295]
e- Rabbin Ekrem'dir. O'nun ekremiyeti; Zatında, vasıflarında, yaptığı işlerdedir. Yapmış olduğu yaratma (Halaka) ve öğretme (Alleme) tamamen kendi kereminden, iyiliğinden ve ihsanındandır.[16][296]

Allah-u Teala'nın yalnız bu ayette kullanmış olduğu elif lamlı “ el-Ekrem ” "sıfatını yukarıdaki görüşlerle sınırlamak yetersizdir. Nitekim Allah'ın Kerem'i zikredilenlerin hepsinin üstündedir.
Yüce Allah bu sıfatı bazen kendisine isim olarak bazen de zatına bir vasıf olarak kullanmıştır.[17][297] İnsanların “Kerim-Ekrem ” sıfatlarını Allah hakkında izafi olarak karşılaştırmaları her zaman eksik ve yetersiz kalacaktır.
Yüce Allah'ın bu ayetlerde vermek istediği mesaj; “Ancak kendisinin ibadete layık olması ve böyle bir Rabb'in ismiyle okumayı emretmesidir.”

Dipnotlar
282 Fahreddîn er-Razî.et-Tefsîru'l Kebîr, XVI/ 17 (Cüz 32), B.l, Beyrut 1990, Darul - Kütübü'l- İlmiyye.
283 a.g.e., aynı sayfa.
284 Alüsî, XXX/ 119; Muhammed Tevfik Ubeyd, Tefsiru Cüz-i Anune, s. 123, Dimeşk 1952, el-Mektebetu'l- Arabiyye,.
285 Ahmet Mustafa el-Merağî, Tefsîru'l-Merağî, XXX/ 199, Mısır 1974, Halebî; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5951.
286 Cemel.IV/ 561.
287 Hakka, 69/41.
288 Hakka, 69/42.
289 Tekvîr, 81/25.
290 İbrahim, 14/34.
291 et-Teberessî, XIX/ 514.
292 Razî,XV1/17
293 a.g.e., s.l7
294 a.g.e., s.l7
295 Kurtubî, XX/ 119; Bursevî, X/ 473.
296 Kasımî, Mehasinu't-Te'vîl, XVII/ 6210,Tahrîc: Muhammed Fuad Abdulbakî.
297 Mü'minün, 23/116; Neml, 27/40; İnfitar 82/6.

.AYET (KALEMİN ÖNEMİ)
O, (insana) kalemle (yazmayı) öğretti.

Ayetin kendinden önceki ayetlerle bağlantısı şu şekildedir:
Yüce Allah, birinci ve ikinci ayetlerde kudretinin yüceliğine, hikmetine ve rahmetine delalet eden aklî delillere dikkat çekmiştir. Dördüncü ayette ise, ancak duymakla elde edilecek yazılı hükümlere dikkat çekilmiştir, îlk ayetlerde Rububiyeti tanımaya, bu ayette ise Nübüvveti tanımaya işaret edilmiştir. Rububiyeti tanıma ilk etapta zikredilmiştir. Çünkü O'nu tanımak için nübüvveti tanımaya ihtiyaç yoktur. Nübüvveti tanımak, ancak rububiyeti tanımakla elde edilmektedir.[18][298]

Allah-u Teala ilk üç ayette kendisi için iki vasıf zikretmiştir. Bunlar, "İnsanı Alak’tan yaratmak" ve "Kalemle Öğretmek"tir.

Alakadan yaratmak ile kalemle öğretmek arasındaki bağlantı şu şekildedir: Alaka, varlık aleminin en alt kademesinde bulunan bir nesne, ilim ise, mertebelerin en yükseğidir. Sanki Allah'u Teala şöyle demektedir:
"Sen, mertebelerin en düşüğü (alaka)'dan en kıymetli mertebeye (ilim)'e yükselmiş bulunuyorsun. Bütün bu işleri yapan zat ibadete en layık olanıdır. Yoktan var etmek, yaratmak, rızık vermek. Kerem ve Rububiyyettir. Bunun ikramı ise, sana ilimin verilmesidir. Zira ilim mertebelerin en şereflisidir.[19][299]

Seyyit Kutup, ayetler arası bağlantı ve ilmin kaynağı konusunda şöyle demektedir: "Resul (s.a.v.) ile Mele-i A'la'nın bağlantısı kurulur kurulmaz ve kendisi için seçilen dava yolunda ilk adım atılır atılmaz, Allah, Peygamberi’ni adıyla okumaya yönlendirmiştir. "Yaratan Rabb'in adıyla oku." Ve hemen başlangıçta, Rabb'in yaratıcılık vasfına dikkat çekilmektedir. (ellezi Halak) Sonra insanın yaratılışı ve başlangıcı özelleştiriliyor. (Halakal insane min Alak) Gerçekten de insanın başlangıcı ile, varacağı sonuç arasında son derece büyük bir göç vardır. Ama Allah, Kadirdir, Kerîmdir. Bu yüzden o baş döndürücü bu gücü gerçekleştirmiştir.
Bu hakikatin yanı sıra, öğretme gerçeği de ortaya çıkmaktadır. Rab, insana kalemle öğretmiştir. Çünkü kalem eskiden olduğu gibi bugün de insan hayatında, en yaygın en derin öğretim vasıtalarından biridir. Bu gerçek o zamanlarda günümüzdeki kadar ortaya çıkmamıştı. Ama Yüce Allah kalemin kıymetin!, ehemmiyetini bildiği için beşeriyetin ve en son risaletin başlangıcında daha ilk sürede, ilk ayetlerde bu gerçeğe işaret etmiştir. Halbuki bu risaleti getiren Peygamber (s.a.v.), yazabilen birisi değildi. Şayet Resulün söylediği bu sözler, bir vahy ve bir risalet ifadeleri olmasaydı bu gerçekler daha ilk andan itibaren ortaya çıkamayacaktı.
Sonra, ayeti kerîme bilginin kaynağının Allah olduğunu, insanın, bildiği şeylerin tümünü o kaynaktan aldığım, bu varlık aleminde açılan her esrarın -kendi hayatında ve nefsinde tecelli eden her sırrın- O'nun eseri olduğunu, eşi bulunmayan kaynaktan doğduğunu ifade ediyor.
Resulün Mele-i A'la ile bağlantı kurduğu ilk anda nazil olan bu tek bölümle, geniş bir iman düşünce kaidesi ortaya konulmuştur.
Her şey, her hareket, her adım ve her iş Allah’ın adıyla ve Allah adına başlar. Allah'ın adıyla başlar ve Allah'ın adıyla yürür ve O'na yönelir, O'na varır. Allah, O'dur yaratan, O'dur öğreten. Başlangıç ve ilk yaratma O'ndandır. Öğretme ve bilgi O'ndandır. însan, öğrenebildiğim öğrenir ve öğretebildiğini öğretir. Bütün bunların kaynağı, yaratan ve öğreten Allah'tır." [20][300]

“el-Kalem” lafzı kendisiyle yazılan şeylere denir. Buna göre, ayetin yorumu şu şekilde yapılmaktadır, "însana kalemle yazı yazmayı öğretti." [21][301] Kalem'in çoğulu “ Aklam ”dır. Kök olarak; " Bir miktar kesmek, budamak, yontmak, ülke, bölge, mıntıka, yazı, kumar oku, stil gibi manalara gelmektedir. Yazı yazdığımız kalem, kendisinde yazma işlemi, kademeli olarak gerçekleştiği için bu isim verilmiştir. [22][302]

Kalem Lafzı, Kur'an-ı Kerim'de, tekil [23][303] ve çoğul olarak iki defa zikredilmiştir.[24][304]
Dil bilimin de isim yapmış Ferra, Ebü Ubeyde, Zemahşerî gibi bilginlerin hiç biri bu kelimenin aslına temas etmemişlerdir. Günümüz Arap Dili Araştırmacılarından G.Bergstrassen'ya göre. Kalem lafzı ilk zamanlardan beri, Yunanca’da "Kalamos", Habeşlilerde "Galam" şeklinde kullanılıyordu. Yazma olayı Arap ülkelerinde yaygınlaşmaya başlayınca, Araplar, Yunan dilinden bu kelimeyi alıp kendi dillerine ithal etmişlerdir. Yahut Habeşliler, Yunanlılardan, Araplar da Habeşililerden almışlardır. [25][305]
Saîd (Katade)den rivayet ettiğine göre: Kalem Allah-u Teala'nın büyük bir nimetidir. Şayet kalem olmasaydı ne din ikame edilirdi, ne de yaşantı olurdu. [26][306]
Mücahid'in rivayetine göre: Allah Teala dört şeyi eliyle yaratmıştır. Diğerlerini is ”Kün-Ol” demiştir ve onlar da oluvermiştir. Bu dört şey: Kalem, Arş, Adn Cenneti ve Adem (a.s.) dır.[27][307]

İbni Cevzî, Kalem süresini tefsir ederken bu konu için özel bir bölüm ayırmıştır. Bölümün sonunda kalemleri mertebe ve şerefine göre sıralama yapmıştır:
1- Mahlukatın kaderim yazan kalem.
2- Vahyi yazan kalem.
3- Fıkıh-İslam hukukçularının ve müftülerin kalemi.
Bunların devamında Cevzî şunları zikretmiştir. "Tıpla alakalı bilgileri yazan kalem, Müslüman liderlerin imza için kullandığı kalem, malları hesaplamak için kullanılan kalem, hukukçuların karar vermek için kullandıkları kalem, hakkı korumak, yardımcı olmak için yapılan şahitlikte kullanılan kalem, rüya tabirlerinde kullanılan kalem, tarih yazan kalem, edebiyat yazan kalem. [28][308]

Bursevî ise, " Bu ayette en yüksek kaleme işaret vardır ki, bu da; Varlık aleminin ilk mevcudu olan Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ruhudur", şeklinde mistik bir yorum yapmıştır.[29][309]

Kurtubî, tefsirinde "Büyüklerimizin dediklerine göre kalemler aslında üç türlüdür:
a- Allah-u Teala'nın kendi eliyle yarattığı ve yaz diye emrettiği kalemdir. Rivayet edildiğine göre;"... Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir..." [30][310]
b- Meleklerin yazdığı kalem. Bu kalemle insanların işlediği amelleri yazarlar. [31][311]
c- insanların kullandığı kalemler." şeklinde bir yorum yapmıştır. [32][312]
Bu görüşlerin birincisinde Allah'ın kudret ve azametine dikkat çekilmiştir. Kaza ve kaderde bu kalem büyük rol oynamaktadır. Varlık aleminde bütün olanlar ve olacaklar bu kalemle tespit edilmiştir. İkinci görüşteki kalem ise, dünyada yapılan amellerin kayıt ve tescilini ifade etmektedir. Kişilerin yaptığı işler melekler tarafından kalemle tespit edilecek, kıyamet günü bir kitap şeklinde insana sunularak" Kitabını oku" [33][313] diye nida edilecektir.

Yukarıda zikredilen görüşlerden ilk ikisinin ayetle bir bağlantısı olmadığı açıktır. Üçüncü görüş ise ayette zikredilen kaleme en uygun olan görüştür.
Kalem, eski çağlarda, kamalarla taşlara yontma kemiklere ve derilere yazmayla gerçekleşiyordu. Günümüzde ise, kağıtlara disketlere gerek klavye yoluyla bazen de hiç yorulmadan scanner yoluyla gerçekleşmektedir. Ama neticede bir şeyler okunmakta ve okutulmaktadır. İslam dininde tasvir yasaklanırken yazının yüceltilmesi ve kutsî bir anlam kazanması, medeniyet tarihinin belki de en ilgi çekici gelişmelerinden birine sebep olmuştur. Yazılı küçük bir kağıt parçasının bile ayak altında kalmasına razı olmayarak yerden hürmetle alıp yüksekçe bir yere koyan Müslüman’ın tavrı, şüphesiz, yazıyı eşsiz bir ifade vasıtası haline getiren sanatçı tavrının bir başka tezahürüdür. Hattatlık hakkında önemli bir eser yazan Nefes zade İbrahim, kalemin fazileti için Allah'ın ona kasem buyurmuş olmasının yeterli olduğunu söyler. " Nun. Kaleme ve kalemle yazdıklarına and olsun." [34][314]

Dinin gereği olarak figürden kaçan Müslüman sanatçının, yazıyı aslî fonksiyonu dışında, apayrı bir ifade vasıtası olarak kullanmasına yol açmıştır. Arap alfabesi bunun için Müslüman sanatçının tükenmez kaynağı ve şekil repertuarı haline gelmiştir. Harflerin tabiattaki şekillerle doğrudan veya dolaylı hiçbir ilgilerinin bulunmaması, onun, tecessüsünü hür olarak yazıya yöneltmesini sağlamış ve bundan benzerim başka bir medeniyette görmediğimiz, bütünüyle İslam medeniyetine has bir ifade biçimi doğmuştur. Yine bunun için, tekniği prensipleri, metotları en ince ayrıntılarına kadar tespit edilen tek sanat kolu belki de yazıdır. [35][315]

“ellezi Alleme bil Kalem-O (Allah), kalemle (yazmayı) öğretti ”
Acaba ayetin muhatabı kimdir? Yani Allah kime yazmayı öğretmiştir? Bu konuda yorumlar farklıdır. [36][316]
1- Adem (a.s.) dır. Çünkü ilk yazan kişi odur. Bu rivayet, Ka'bul Ahbar'dan rivayet edilmiştir.
2- İdris (a.s.) dır. Bu görüşü Dahhak rivayet etmiştir.
3- Bütün yazanları kapsamaktadır.
İleri sürülen bu görüşlerin dayandıkları ana nokta, ayette geçen"Alleme" fiiline ikinci veya üçüncü mefül arama çabalarıdır.
Müteaddî olan “Alleme” fiilini lazım konumunda olursa bu görüşlere gerek kalmayacak ve mana daha sağlıklı olacaktır. "O, kalemle öğretti" şeklinde anlaşılan mana, birtakım eklemelerle yapılacak yorumlardan daha sağlıklı olacaktır. [37][317]

Burada bir konuya dikkat çekmek gerekmektedir. Tefsir kitaplarının en büyük handikabı olan Dahîl-İsrailiyyat, araştırmamızı yaparken çokça önümüze çıkmaktadır. Bu konuda titiz davranarak bu görüşleri delil olarak çalışmamıza koymuyoruz. Ancak bu uydurma görüşlere dikkat çekmemiz de gerekmektedir.
Mesela bu ayetle alakalı bazı tefsir kitaplarında İbni Mes'ud'dan olduğu iddia edilen bir rivayete göre Resul, şöyle söylemiştir: “Hanımlarınızı çardaklara bırakmayın, onlara yazmayı da öğretmeyin.” [38][318]
Yazmayı öğretmemeye sebep olarak da "okumayı öğrenirse gönlünün çektiğine mektup yazacak, böylece fitneye sebep olacaktır" şeklinde yorum yapmışlardır. Fitnenin cehaletten geldiği bilinen bir gerçek iken böyle bir yorumu ileri sürmenin vebali çok büyüktür.

Dipnotlar
298 Razî,et-Tefsîru'l-Kebîr, XVI/ 17.
299 a.g.e.. Aynı sayfa; Bursevî, X/ 474.
300 Fi Zilali'l- Kur'an, VI/ 3938 ve devamı.
301 Kurtubî, XX/ 120.
302 Lisanu'lArab, III/ 3729.
303 Kalem, 68/1 ;Alak, 96/4.
304 Lokman, 31/27;Ali İmran, 3/44.
305 Mahmüd Ahmed Nede, Luğatu'l-Kur'anu'l-Kerîm Fî Cüz-i Amme, s. 749, Beyrut 1981, Daru'n-Nahdatu'l - Arabiyye.
306 a.g.e.,s.749.
307 a.g.e.,s.749.
308 Binti'ş-Şatiî, II/ 23.
309 Bursevî, Tefsîru Ruhu'l-Beyan, X/ 473.
310 Kurtubî,el-Cami' li Ahkami'l-Kur'an, XX/ 121, Hadisin başlangıcı ve sonu vardır, bkz, Tirmizî,
Kader, 17/2155; Ebu Davut, Kitabu's- Sürme, Hadis No: 4700.
311 İnfitar.10.
312 Kurtubî, XX/ 121
313 İsra, 17/14.
314 Kalem, 68/ l; Beşir Ayvazoğlu, Aşk Estetiği, s. 127, İst. 1993, Ötüken.
315 a.g.e., s. 128.
316 Kurtubî, XX/ 121.
317 a.g.e.,aynı sayfa.
318 Cemel, IV/ 562; Kurtubî, XX/ 121.Yaptığımız araştırmalarda Kütübü Tis'a da bu rivayete rastlayamadık.

5.AYET İLMİN MUHATABI

“O insana bilmediğini öğretti.”

Müfessirler bu ayetin, kendinden önce geçen ayetten bedel olduğunu söylemişlerdir. Buna göre mana, "Allah insana kalemle yazmayı ve başka bilmediği birçok şeyleri de öğretmiştir."
Bir önceki ayette, öğretme olayının kaynağı Rabb'e ait olduğu tescil edilmiştir. Bu ayette ise öğretilen ilmin muhatabı tespit edilmektedir.

“Alleme” fiilinin bu ayetteki konumu iki mef’ul almaya yöneliktir. Zira mef’ullar ortadadır.

İlk meful olan "el-İnsan" ın kim olduğu hakkında çeşitli görüşler vardır.
1- Adem (.a.s.) dır. [39][319] Zira Allah O'na eşyanın bütün isimlerini öğretmiştir. [40][320]
2- Resul Muhammed (s.a.v.) dır. [41][321]Nitekim başka bir ayette kendisine “(Allah) sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir " buyrulmuştur. [42][322]
3- Genel olarak tüm insanlığa şamildir. [43][323]Ayette, Allah sizi analarınızın karnından çıkardığı zaman hiçbir şey bilmiyordunuz.[44][324] buyrulmuştur.

Bu görüşler içinde üçüncü olarak zikredilen görüş tercihe en uygunudur. Kur'an ayetlerinde hususî hitap zikredilmediği müddetçe genele yönelmek. Kur'an'ın davetine daha uygundur, İkinci ayette “Alak”tan'tan yaratılan insan kim ise, beşinci ayette Allah'ın öğrettiği insan da aynıdır. Bütün insanlar alaktan yaratılmış ve bütün insanlara bilmedikleri şeyler öğretilmiştir.

İkinci meful ise “Ma lem Ya’lem” dir.
"Bilmediği şeyler" ifadesi: tüm ilimlere şamildir.İnsanoğlu ana kanundan hiçbir şey bilmez olarak dünyaya gelmiş, [45][325] sonra bilmediği şeyleri öğretmiştir. [46][327] İnsanın elde ettiği ve edeceği bütün ilimlerin çıkış noktası ve ana kaynağı Allah-u Teala'dır.

Ayette ince bir gönderme ile "Resül'un kaleme ihtiyacı olmadan da okutulacağı ve öğretileceğine dikkat çekilmiştir. [47][328] İnsanı alaktan yaratan ve ona bilmediklerini kalemle öğreten Ekrem Zat için, Mevhubî olan risalet müessesesini -kalemle yazmasını bilmeyen- bir kula bahşetmesi ve ona bilmediklerini öğretmesi gayet mantıklı ve basit bir iştir.

Bu ayette Hz. Peygamber (s.a.v.)'in okumak için yazmaya ihtiyacı olmadığı zımnen anlatılmıştır. Bu meyanda akla: Resul'e Nübüvvet geldikten sonra kalem ile yazmayı öğrenmesi gerekmez miydi? gibi bir soru gelmektedir. Kur'an'da geçtiği üzere "Sana (Kur'an'ı) okutacağız ve sen onu unutmayacaksın [48][329] buyrulmuştur. [49][330] Bu ayet aynı zamanda Allah-u Teala tarafından bir garantidir. Vahiy müddetince Resul kendisine gelen vahyi yazmasa bile unutmayacaktır. Ancak yüklendiği emaneti ümmetine taşıması için vahiy katiplerine ayetleri tescil ettirmiştir.

Akla şöyle bir soru da gelmektedir. Acaba Resul, kendisi yazmamakla birlikte, yazılanı okumayı nübüvvetten sonra da mı bilmiyordu? Bu konuda meşhur olarak bilinen, nübüvvetten sonra da Resul okumayı bilmiyordu. Nitekim Hudeybiye anlaşmasında yazılan bir kelimeyi silmek için, hangisi olduğunu Hz. Ali'ye sormuştur. Ancak Şifa kitabında geçtiği üzere, katibi Hz. Muaviye'ye; "Divite mürekkep koy, kalemi yan kes, "Be" harfini uzat, "Sîn" harfini farkettir, "Mîm" harfini körletme, "Allah" (lafzını) tahsîn, "er-Rahman" (lafzın)ı med, "er-Rahîm" (lafzın)ı tecvîd eyle." mealindeki Besmelenin hattı için kullandığı tabirlerden yola çıkarak yazıyı bildiği de söylenmiştir. [50][331] Bu rivayet mantıklıdır. Ancak bu tarifleri vahy-i ilahî ile yapabileceği gibi, yirmi üç sene Kuran’ı, okumak-yazdırmak vazifesi olan bir zatın bu müddet zarfında yazmayı da öğrenmiş olması mümkündür. Ancak ortada bir gerçek vardır. Resul'ün, nübüvvet inene kadar okuma-yazmayı bilmediği kesin delillerle sabittir.

"(Ey Muhammed) sen bundan önce bir kitap okumuyordun. Elinle de O 'nu yazmıyordun. Öyle olsaydı o zaman (Allah'ın sözlerini boşa çıkarmaya çalışan) iptalciler, kuşkulanırlardı, (ama şimdi ne diye şüpheleniyorlar). [51][332]
Nübüvvetten sonra okuma yazma bilmesi ise, iptalciler için şüphe kaynağı değil, te'yid olurdu. Fakat bilfiil yazmadığı ve başka bir kitap mütalaa etmediği kesindir.

Dipnotlar
319 Kurtubî, XX/ 122.
320 Bakara, 2/31
321 Kurtubî, XX/ 122.
322 Nisa, 4/113.
323 Kurtubî, XX/ 122.
324 Nahl, 16/78
325 Nahl, 16/78.
326 Alak, 96/5.
327 Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5952.
328 A'la, 87/ 6.
329 Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5952.
330 a.g.e., s. 5953.
331 Ankebüt, 29/48.
332 İbni Aşür, XXX/ 444.

6- 15 AYETLER (İNSANIN AZGINLIĞI)

“Hayır, (Rabbinin bu kadar iyiliğine rağmen yine) insan azar; Kendini zengin (kendine yeterli) gördüğü için. Dönüş Rabbine dir. (O, insanın hesabını görecektir.) Gördün mü şu men edeni: Namaz kılarken bir kulu (namazdan)? Gördün mü ya o (kul) doğru yolda olur. Yahut kötülüklerden sakınmayı emrederse? Gördün mü, ya bu (adam, hakkı) yalanlar yüz çevirirse? Allah'ın gördüğünü bilmiyor mu ?”

Bir insan tiplemesi olan azgınlıktan bahseden bu ayetler, daha sonra zikredilecek 9-19. ayetler için bir nevi mukaddime niteliğindedir.[52][333]

Bu ayetlerin ilk beş ayetten bir müddet sonra indiği kesin bir gerçektir. Bu kısım, davette bir takım merhaleler aşıldıktan sonra inmiştir. [53][334] Son ayette geçen, namaz-secde olayı bu gerçeği ortay a çıkarmaktadır. [54][335] Namaz, İsra gecesi farz kılınmıştır. İsra olayı ise Bi'setten seneler sonra gerçekleşmiştir.

Sürenin ikinci kısmı her ne kadar seneler sonra inmişse de işlenen konular çok farklı olmasına rağmen ilk kısmıyla tam bir uyumluluk içindedir, insanoğlu kendisini yoktan yaratan, terbiye eden ve bilgilendiren Rabb'ine şükretmek zorundadır. Ne var ki insan kendini yeterli gördüğü an azacak ve şükrü unutacaktır.
Sürenin tümü okunduğunda bir bütün gibi gözükmekte, ahenkle hiçbir bozukluk göze çarpmamaktadır. Bu ise Kuran'ın mucîzesidir.

“Kella” nın kullanılışı:
Altıncı ayetin başlangıcında bulunan “Kella” Kuran'da otuz üç yerde geçmektedir. [55][336] Tamamı Mekki sürelerde geçen “Kella” lafzı, daha çok Resul'ü yalanlama iddialarına, ona yapılan düşmanlıklara karşı kullanılmıştır. Hatta bazı alimler, herhangi bir sürede “Kella” lafzını görürsen o sürenin Mekkî olduğuna hükmedebilirsin demişlerdir. Arap dilcilerinin genel görüşü de bu yöndedir.[56][337]

“Kella” için değişik kullanımlar zikredilmiştir.
1-Tehdid, korkutma ve men etmek. Bu tehdit, azarak Allah'ın ni'metlerini inkar edenler içindir. Daha önce bahsi geçmeyen bir şey için bu tehdidin kullanılması:
"korkutmada mübalağa" ifade etmek içindir. [57][338]
2- "Hakkan -doğrudur" manasındadır. Kesaî'nin görüşüdür. [58][339]
3- "Açılış için olan “Ela” manasındadır. Bu Ebu Hatim'in görşüdür.[59][340]
4- Doğrulama edatı olan “İy” manasınadır. Bu da Nadr'ın görüşüdür.[60][341]
5- Nefy manasında kullanılmıştır.
6- Tembih için kullanılmıştır. Kevaşî rivayet etmiştir [61][342]

Yukarıda zikredilen görüşler incelendiğinde her birinin kendine göre kullanım gerekçelerini görmekteyiz. Ancak 3.görüş olan “açılış manasında” kullanılması daha geçerli gözükmektedir. Zira yeni bir konu gündeme gelmektedir. Alak süresinin ilk ayetleri ile bu kısmın inmesi arasında seneler geçmiştir. [62][343] Diğer görüşlerde ise bazı uyumsuzluklar vardır. Mesela; "Korkutmak, menetmek" manasında kullanılması, uygun gözükmemektedir. Zira korkutulacak, men edilecek konu henüz geçmemiştir.[63][344]
“Hakkan” manasında kullanılması da irap açısından uygun görülmemiştir. Çünkü “Kella”dan sonra gelen cümle “İnne” ile başlamaktadır. “Hakkan “veya o manada olanlardan sonra gelen cümlelerde ise böyle bir kullanım uygun görülmemektedir.[64][345]
“İnnel-insane Le Yatğa -Muhakkak insan azar.”

Tuğyan, haddi aşmak,[65][346] büyüklenmek, böbürlenmek[66][347] manalarında kullanılmıştır.
Bu ayette böbürlenmenin ve haddi aşmanın çok bariz bir misali verilmiştir. Zira elinde güç kuvvet olmayan bir insanı, zorbalık kullanarak yaptığı ibadetten alıkoymak, böbürlenmeye kalkmak, insaf sınırlarını aşmaktır.

Bu ayette geçen “el-İnsan”ın kim olduğu hakkında iki görüş ortaya atılmıştır.
l-“el-İnsan”dan maksat, Ebü Cehîl dir.[67][348] Bu ayetler onun hakkında inmiştir.
2-“el-İnsan”dan maksat, insan türüdür. Azma olayı-tuğyan, potansiyel olarak insanın karakterinde vardır.

Ebü Cehîl’in yaptığı azgınlığı ondan önce de, sonra da günümüze kadar yapan kişiler bulunmuştur. Ebü Cehîl ve azgınlığı, türünün ne ilki ne de son örneğidir.Kur'an-ı Kerîm'de azanlarla ilgili bazı misaller verilmiştir. Firavn, [68][349]Ad ve Semud,[69][350] Ehl-i Kitap,[70][351] Nuh'un kavmi,[71][352] azgın kişilik ve topluluklara misal olarak zikredilmiştir.

“ Leyatğa” kelimesindeki "lam" tekid için kullanılmıştır. Kur'an-ı Kerîm'de, kullanılan insan tiplemelerinin çoğu, özellikle "lamlı" olarak zikredilmiştir.
Mesela: " Muhakkak insan çok zalimdir.(le Zalum) çok nankördür.” [72][353]
"Muhakkak insan çok nankördür.(le Kefur) " [73][354]
Muhakkak insan apaçık bir nankördür."(le Kefurun Mubin) " [74][355]
İnsan, Rabb'ine karşı çok nankördür."le Kenud) "[75][356]
Doğrusu o malı çok sever. " (le Şedid) [76][357]
“Lamlı” kullanmada, "insanların dikkatini o konuya çekmek, konunun ehemmiyetini belirtmek ve olaydaki garipliği ortaya koymak" gayesi güdülmektedir. [77][358]

Razî bu ayetin tefsirini yaparken "lamın" tekid için olduğunu zikreder ve özellikle bu makamda "lam"ın kullanma sebebi olarak bir takım yorumlar yapar. Yorumunda Firavn ile Ebü Cehîl'i karşılaştırmaktadır. Firavn da Ebü Cehîl gibi Kur'an-ı Kerîm'de azgınlar gurubunda zikredilmektedir. Ne var ki, Firavn'un azgınlığını bildiren ayette böylesine bir tekid lamı kullanılmamış “İnnehu Yetğa” ibaresi kullanılmıştır. [78][359]Buna göre Ebü Cehîl azgınlıkda, Firavn'ı bile geride bıraktığından onun azgınlığını bildiren kelimenin başına tekid için kullanılan "lam" getirilmiştir.[79][360]
“en reahu’stağna” Azgınlığın sebebi:
Ayette azgınlığa sebep olarak "kendini (kendine) yeterli görme" olgusu zikredilmiştir.
Ayetin basında ta'lil için olan harf-i cer vardır. Ancak bu lam hazfedilmiştir. Yani, insanoğlu, mal ve mülk sahibi olduğunda bütün bu nimetlerin, Rabbi tarafından olduğunu unutarak, gerçek malikin kendisi olduğu vehmine kapılıp azgınlık kapısını aralamaktadır. Maldan mülkten, bilgiden doyum hali arttıkça o nisbette de azgınlık artmaktadır.

Kendini yeterli görme olayını yalnız mal ve mülkle sınırlamak gerçekçi bir yaklaşım değildir. Bu olay kişiden kişiye değişmektedir. Yeterli görme olayı, kiminde mal-mülk, kiminde çoluk- çocuk, kiminde makam- mevki, kiminde ilim olarak ortaya çıkmaktadır. Kişinin, kendisini yaratanına muhtaç görmemesi, böbürlenerek günahlara dalması, Allah'ın dinini onun emrettiği şekilde değil de kendi arzu ve hevesleri doğrultusunda yorumlaması, en büyük azgınlık ve kendini kendine yeterli görmektir.[80][361]

Azgınlık olayının potansiyel olarak insanda bulunması, tüm insanların bu halde olmasını gerektirmemektedir. Maldan, mülkten, bilgiden fazlasıyla nasibini alan fakat bunu böbürlenme ve azgınlık sebebi yapmayan nice insanlar, eskiden de günümüzde de mevcuttur. Bu konuda Süleyman (a.s) 'ı misal olarak gösterilmektedir. Süleyman (a.s) Kuran'da anlatıldığı üzere çok geniş bir mülkiyeti vardı. Ancak o, bu durumda hiç bir zaman kendini yeterli görüp Rabbi ni unutmamış ve şöyle dua etmiştir:
" Ey Rabbim bana ve anama-babama lütfettiğin nimete şükretmem!, senin beğeneceğin faydalı bir iş yapmamı gönlüme ilham eyle ve rahmetinle beni iyi kullarının arasına sok. " [81][362]
"Bu Rabbimin lütfün dandır. Lütfuna şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden kendisi için şükretmiş olur; nankörlük eden de (bilsin ki) Rabbim müstağnidir.(0nun şükrüne muhtaç değildir) Çok kerem sahibidir." [82][363]

Razî bu ayetle sürenin ilk kısmı arasında bir bağlantı kurar ve der ki: "Sürenin basında Allah'ın öğretmesi açısından ilim övülmüş, sonunda ise, mala şükür etmemek verilmiştir. Bu olay, dine ve ilme rağbet, dünya ve maldan nefret etmek için yeterlidir." [83][364]

Kurtubî bu ayetin tefsirinde İbni Abbas'ın bir rivayetini zikretmiştir.
" Ebî Salih'in İbni Abbas'dan rivayet ettiğine göre. Bu ayet inip de müşriklerin kulağına gidince Ebü Cehîl, Allah Resulü’nün yanına gelerek der ki: "Ey Muhammed, zengin olan kişinin azacağını zannediyormuşsun. Mekke dağını bize altın yap da biz ondan alalım, bakarsın azarız da kendi dinimizi terk ederiz, senin dinine gireriz. (Ravî derki), Cibrîl Resulün yanma gelerek dedi ki: Ey Muhammed, onları bu konuda serbest bırak. Şayet (böyle bir şey) dilerlerse istediklerini yapalım. Eğer Müslüman olmazlarsa, onlara Maide ashabına yaptığımızı yaparız. Onları helak ederiz. Resul (s.a.v.) kendi topluluğundan olan bu kişilerin İslam’ı kabul etmeyeceğini bildiği için ve onlara acıdığı için kabul etmemiştir.[84][365]

Muhakkak dönüş Rabb'inedir

“er-Ruc’a” kelimesi, “el-Merca’- er-Rucu’” kelimeleri gibi mastardır ve “fu’la” veznindedir.[85][366]
“İla Rabbike” Car ve Mecrurdur. “ er-Ruc’a” ise bunların (bağlı) olduğu yerdir. Car ve Mecrur'un öne alınması, olayın ne kadar önemsendiğini göstermek ve dikkatleri çekmek içindir. Takdime göre mana; Dönüş, ancak ve muhakkak Rabb'inedir. [86][367] şeklindedir.
“er-Ruc’a” kalıbında dönüş ifadesi, Kur'an-ı Kerîm'de yalnız bu sürede kullanılmıştır.

Ayette tuğyanın akıbeti direk olarak zikredilmese de, azgınlığın sonucuna bir gönderme yapılmış, insanoğlu bu çirkin işten dolayı tehdit edilmiştir.[87][368]
Ayette hitap, zahiren Resuledir, hakikatte ise tuğyan edenleredir. Yani dönüş O'nadır, O'ndan kurtuluş yoktur. Onun için kişi, hangi konumda olursa olsun kendini zengin saymamalı tuğyandan sakınmalıdır.[88][369]

“er-Ruc’a” nın ifade ettiği mana daha çok kıyamet gününe yöneliktir. Kuran’da aynı kökten gelip, aynı konuyu inceleyen birçok ayet vardır.
Bakara süresinde "Şu günden sakının ki, o gün (hepiniz) Allah'a döndürüleceksiniz” buyrulmuş. [89][370]
Casiye süresinde "Kim iyi bir iş yaparsa faydası kendisinedir ve kim kötülük yaparsa zararı kendisinedir. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz''. [90][371]
Maide süresinde "Hepinizin dönüşü Allah'adır. [91][372] Bu ayetleri çoğaltmamız mümkündür. [92][373]
Saffat süresinde dönüşten maksadın, "Hesaba çekilmek,cehenneme girmek" olduğu daha açık bir ifade ile belirtilmiştir. "Sonra dönüşleri elbet cehennemedir.[93][374]
Böylece Resul'e ve O'nun şahsında tüm insanlığa hitap edilerek, azgınların neticede dönüp dolaşacakları yer Yüce Allah'ın divanı olduğu, orada hesaba çekileceği ve cezasını çekeceği bu ayette anlatılmış oluyor.

Gördün mü şu men edeni. Namaz kılarken bir kulu.

Bu ayetlerde Yüce Allah, altıncı ayette zikredilen azgınlık için somut bir örnek veriyor. Ayette hitan Resül’e dir. Hakkında konuşulan, alıkoyan kişi ise Ebü Cehîl'dir.
Ebü Cehil azgın bir tavırla "Eğer Muhammed'in Kabe'de namaz kıldığını görürsem muhakkak onun boynunu çiğnerim "demişti. [94][375] Ardın da bu ayet inmiştir. Ayet her ne kadar Ebü Cehil hakkında inse de genele şamildir.[95][376] Müslümanları namazdan alıkoyan, Allah'ın emrettiği gibi kulluk etmek isteyenleri ibadetlerinden alıkoyan her kimse için geçerlidir.

Resül'e olan hitab taaccüb (hayret) içindir.
Taaccübün içeriği hakkında, Razî değişik yorumlar yapmıştır.[96][377]
a- Peygamber (s.a.v.), îki Ömer'den birisi ile İslam'ı kuvvetlendirmesin!, Allah'tan isteyip dua etmişti. îki Ömer'den birisi Ebü Cehîl, diğeri ise Ömer b.Hattab idi. Buna göre hitap, şu manadadır. " Ey Resulüm! Bunun gibi birisi ile mi (Ebü Cehîl kasdediliyor) islam'ı takviye edeceksin? Namaz kılarken bir kulu namazdan men eden bir kimse ile mi islam'ı (müslümanlan) takviye edeceksin"
b- Ebü Cehîl'in esas lakabı Ebu'l-Hakem idi. Allah'u Teala sanki şöyle demektedir. "Namazdan men eden kimse nasıl böyle bir lakaba layık olur?"
c- Bu ahmak ( Ebü Cehîl) emrediyor, men ediyor, yaratan olmadığı halde herkesin kendisine itaati gerekli zannediyor, sonra da Rabb'e itaat etmekten insanları alıkoyuyor.
Bu üç görüşten "Rabb'e itaat etmekten alıkoyma" açıklaması, taacübü en iyi şekilde açıklamaktadır. Zira kişinin inandığı bir Rabb'i, bir inanç sistemi ve bunun bir takım gerekleri vardır. Bu gerekleri yerine getirmeye çalışan bir kimseyi men etmek gerçekten şaşılacak bir şeydir. Diğer görüşler ise ayetin siyakına pek uymamaktadır. Nitekim, cahiliyye döneminde Ömer'in, Ebü Cehîl'den az kalan bir tarafı yoktur. Kendisi Resül'ü öldürmeye gelirken, İslamla müşerref olmuştur.
Künyesi ile alakalı ileri sürülen taaccüp görüşüne, Kur'an ayetlerinden herhangi bir destek bulmak mümkün değildir.

“ Ereeyte’” nin manası :
Gerek bir Meful, gerek iki Meful alan “ ereeyte” "baksana, haber ver" gibi manaları kapsamaktadır.
Ayetteki soru edatı, istifham veya istihbar olmayıp, asıl maksad, mevzu bahis olan konuya dikkatleri çekmek, kötülemek (takbîh), azarlamak (tavbih), veya hayret duymak (Ta'cip) için kullanılmaktadır.[97][378]

[98]Dipnotlar
333 Derveze, I/ 27; Fî Zilal, VI/ 3938.
334 İbni Aşur, XXX/ 443.
335 Muhammed Fuad, el-Mu'cem , s. 619.
336 Suyütî, Hem'u'1-Hevami'Şerh-u Cem'i'l-Cevami', II/ s.74, Kum 1984, Menşürat Rıda.
337 Bursevî, X/ 474 ; Alusî, XXX/ 182.
338 a.g.e., aynı sayfa
339 a.g.e., s. 75.
340 a.g.e., aynı sayfa.
341 Cemel, IV/ 562.
342 a.g.e., aynı sayfa.
343 a.g.e., aynı sayfa.
344 a.g.e., aynı sayfa.
345 Kurtubî, XX/ 123.
346 İbni Aşür, XXX/ 444; Razî, XVI/ s. 18.
347 a.g.e., aynı sayfa
348 Naziat, 79/17.
349 Fecr,89/11.
350 Maide, 5/64.
351 Necm, 53/52.
352 İbrahim, 14/34
353 Hac, 22/66.
354 Zuhruf, 43/15.
355 Adiyat, 100/6.
356 Adiyat, 100/8.
357 İbni Aşür,XXX/44.
358 Naziat.79/17.
359 Razî, XVI/18.
360 Binti'ş-Şatiî, II/ 25.
361 Neml, 27/19.
362 Neml, 27/40.
363 Razî, XVI/ 20.
364 a.g.e.,aynı sayfa.
365 a.g.e., s. 134.
366 İbni Aşür, XXX/ 446.
367 Razî, XVI/ 20.
368 Hak Dini Kuran Dili, VIII/ 5955
369 Bakara, 2/281.
370 Casiye, 45/15.
371 Maide, 5/48.
372 En'am, 6/60, 164; Yunus, 10/4, 23; Hüd, 11/4; Ankebüt, 29/8 ; Lokman, 31/15.
373 Saffat, 37/68.
374 Buharî, Tefsîru'1-Kur'an, Bab.4, Hadis no:l; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, Bab.85, Hadis no:3348,3349.
375 Razî, XVI/21.
376 a.g.e., aynı sayfa.
377 Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5955.
378 Nisa, 4/77.

Namaz kılarken bir kulu

" Abd " kul kelimesinin belirsiz (nekire) olarak zikredilmesi. Resul'ün, kullukta son mertebeye ulaştığını göstermektedir. Sanki şöyle denmektedir." O öyle bir kuldur ki, O 'nün kulluğuna ait vasıftan anlatmaya hiç kimsenin gücü yetmez."

Razî bu ayetin tefsirinde Peygamber (s.a.v.)'in kulluğuyla, ahlakıyla alakalı bir kıssa rivayet eder:
" Rivayete göre, Yahudilerin fasih konuşanlarından biri, Hz.Ömer'in hilafeti döneminde yanına gelir ve ona "Resul'ünüzün ahlakından bana haber ver " der. Ömer de git Bilal'a sor. O Resul’ü benden daha iyi tanır der. Bilal ise Yahudi’yi Fatma'ya, Fatma ise Ali'ye gönderir. Ali'ye aynı soruyu sorunca Hz.Ali ona der ki: " Sen bana dünyanın metalarını (nimetlerini) say, bende sana onun ahlakım anlatayım. Adam ise "bu kolay bir iş değildir" diye cevap verince. Ali, "Sen dünyanın Metaını saymaktan aciz kaldın. Halbuki Allah-u Teala, dünya metaının azlığına [99][379] ve "sen büyük bir ahlak üzerindesin" [100][380]Diyerek Resul'ün ahlakinin büyüklüğüne şehadet etmiştir. Ben sana Resul'ün ahlakını nasıl anlatayım. [101][381]
Allah-u Teala sanki şöyle demektedir: Ebü Cehîl kulluk açısından en değerli kimseyi kulluktan namazdan men ediyor. Bu olsa olsa ahmaklıktır.[102][382]

[103] Sürede okumaktan bahsedilirken namaza geçilmesi, namazda kıraaatın bir rükün olması ve namazın bütün ibadetlere esas ve dinin direği olması yönündendir. O halde bu ayetlerin inişi namazın farz kılınmasından sonradır.[104][383][105]

Kılınan namazın hangi vakit olduğuna dair tefsir kitaplarında net bir görüş yoktur. Ancak Alusî tefsirine şöyle bir rivayet almıştır :
Ebü Hayyan'ın naklettiğine göre, namazdan maksat "Öğlen namazıdır." Bu namaz, aynı zamanda cemaatla kılınan ilk namazdır. Bu namaz kılındığında Resul'ün yanında, Ebü Bekir ve Ali vardı. Bu arada oradan geçmekte olan Ebü Talip, yanında bulunan oğlu Cafer’e, haydi sen de amca oğlunun yanında namaz kıl demiş, kendisi de sevinçle şu beyitleri okuyarak oradan ayrılmıştır.

“Ali ve Ca 'fer benim güvenimdir.
Zamanın şiddeti ve sıkıntısı anında,
Vallahi ben O Nebiyi yardımsız bırakmam,
Benim sülalemden olanda bırakmaz.
Bırakmayın yardım edin amcanızın oğluna,
Amcalarınızın arasında ana bir kardeşim.” [106][384]

Alüsî bu rivayeti zikrettikten sonra, aynı rivayet için eleştiri yapar ve der ki:" Bu rivayette bir sorun vardır, Ebü Talib'in vefatı hicretten üç sene öncedir. Namazın farz kılındığı "İsra " olayı ise, İbni Hazm'e göre, Hicret'ten bir sene, İbni Faris'e göre, Hicret'ten bir sene üç ay önce, Süddî'ye göre ise bir sene beş ay öncedir. Buna göre, Ebü Talip namazın farziyyetine yetişememiştir. Kadî îyaz, Zühri'den , "îsra" nin Bi'set'ten beş sene sonra olduğunu rivayet etmiş, Nevevi ve Kurtubî de bu görüşü tercih etmişlerse de, Zühri'nin bu sözü için çok şeyler söylenmiştir. (Rivayeti sağlam değildir). " [107][385]

Alüsî'nin yapmış olduğu bu eleştiriyi, Hamdi Yazır, tekrar eleştirmiştir. Bu konuda Yazır şöyle demektedir:" Alüsî'nin bu itirazını biz uygun görmüyoruz. Çünkü İsra'da farz kılınan mutlak namaz değil beş vakit namazdır. Buna göre, beş vakit namazın farz kılınmasından önce "Müzzemmil "'de geçtiği üzere gece kıyamının farz olması gibi, öğlen namazının da farz kılınmış olması mümkündür. Kaldı ki mezkur rivayette "Öğlen namazı" denilmiş, farz bir namaz olduğu açıkça belirtilmemiştir.

Hz. Ömer'in Müslüman olmasıyla ilk olarak alenen kılındığı rivayet olunan namaz da, bu namaz olsa gerektir. Ancak iniş sebebi olan olaydaki namaz öğle namazı olsa bile "ayette kastedilen namaz" yalnız odur demek doğru olmaz. Çünkü ayet mutlaktır. Meşru olan herhangi bir namaza şamildir. Gerek farz, gerekse de nafile bir namazdan alıkoymak "Tuğyan"' dır." [108][386]

Gördün mü, ya o kol doğru yolda olur. Yahut kötülüklerden sakınmayı emrederse ?"

Ayette geçen “Ereeyte” kelimesinin kime hitap olduğun dair iki görüş vardır. [109][387]
1- Hitap Resuledir. Konuşulan kişi ise Ebü Cehîl’dir. Şartiyye için olan "İN" 'in
cezası takdir edildiğinde mana şöyledir: " Ey kıraatla emir olunup ta namaz kılan kul! Ey Muhammed, namazdan alıkoyan bu azgın insanı gördün mü? Şimdi şunu bir düşün, Eğer azgınlık etmeyip de hidayet üzere olsa yahut namazdan alıkoyacağına, Allah korkusuyla korunmayı emretse ne iyi olurdu.[110][387]
2- Hitap Ebü Cehîl'edir. Konuşulan kişi ise Hz-Muhammed (s.a.v.) dir. Mana şöyledir: "Ey namaz kılan bir kulu alıkoyan azgın insan! Eğer o kul, hidayet, (doğruluk,hak) üzere gitse, yahut (onunla beraber daha yükselerek diğerlerini de) takva ile (Allah’tan korkup fenalıktan sakınmakla) emretse ne olur? Fena mı olur. Sen onu, Allah'ın iyi kötü her şeyi görüyor olduğunu bilmez de senin nehyini dinler mi sanıyorsun ? " [111][388]

Yukarıda zikrettiğimiz bu iki mana da ayete uygun düşmektedir. Ancak birinci görüş daha uygun gözükmektedir. Çünkü dokuzuncu ayette geçen birinci “Ereeyte” de hitabın Resül'e olduğu kesindir. (O ayette azan kişi Ebü Cehîl dir.) Bu ayetten sonra zikredeceğimiz ayetteki hitap da, yalanlamak, yüz çevirmek Ebü Cehîl'in vasfı olduğu için yine Resuledir. Birinci ve üçüncü “Ereeyte”deki hitapların Resül'e ait olduğu kesinleşince arada kalan hitabı değiştirerek Ebü Cehîl'e yöneltirsek ayetin akış düzeninin güzelliği bozmuş oluruz. “Emere” lafzıyla namazdan nehy eden ve etrafa emirler dağıtan kişinin Ebü Cehîl olması, hitabın Resül’e olduğunun diğer bir delilidir.

Gördün mü! ya bu (adam, hakkı) yalanlar, yüz çevirirse. (o zaman daha iyi mi olur). Allah 'in gördüğünü bilmez mi o ?."

Ayetteki hitap diğer ayetlerde de olduğu gibi Resül'e dir. Buna göre mana; "Ey Muhammed, gördün mü! Sen doğru olduğun, hakkı söylediğin halde, eğer o (namazdan alıkoyan azgın) yalanlıyor, inanmıyor, ve haktan yüz çeviriyorsa iyi mi olur! Bilmez mi ki Allah görüyor. Sonunda kendisine varılacak olan Allah, doğruyu da eğriyi de, iyiyi de kötüyü de hepsini görür ve herkesin ameline göre cezasını verir." şeklindedir.[112][389]
Razî, Ayetteki hitabın Ebü Cehîl için de olabileceğini söylemektedir.[113][390]

Yalanlamayı Resül’e nispet ettiğimiz de ortay a tek mana çıkmaktadır. O da "Resul'ün, müşriklerin eskiden beri inana geldikleri babalarının dinini yalanlaması ve o dinden yüz çevirmesidir."
Ancak bu görüşe göre “Allah'ın gördüğünü bilmiyor mu?” ifadesi uygun düşmemektedir. Resul, müşriklerin dinini yalanlayıp, onlardan yüz çevirdiğine göre, Allah, bunun nesinden taaccüp edecektir.
Ayetteki "yalanlama ve yüz çevirme " olayı, Ebü Cehîl ve onun gibi azgın kafirlerin vasfıdır.

Kuran’da zikredilen “Kezzebe- (yalanladı)” türevindeki fiillere baktığımızda 27 defa, “Kezzebet” 14 defa, “Kezzebu” 49 defa geçmektedir. Bu ayetlerin hepsinde yalanlayanlar kafirlerdir.[114][391] Bu ayetlerden iki tanesi Alak süresindeki (yalanlama, yüz çevirme)
kalıbıyla tam örtüşmektedir. Bunlar, Kıyamet/ 32, "Fakat yalanladı ve yüz çevirdi" Leyl/16, " O ki yalanladı ve yüz çevirdi" ayetleridir.

Ayetteki "yalanlanan" şey, genelde Muhammed'in Risaleti, özelde ise, Ahiret günüdür.
Bu olaya Araf/147’de dikkat çekilmiştir. "Ayetlerinin ve Ahirete kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa çıkmıştır..." Allah bu ayette yalanlamayı önce genellemiş, sonra ahiret günüyle özelleştirmiştir.
“ İn kezzebe ve Tevella” ifadesinde, Ebü Cehîl ve benzerlerinin ilerde Resul'ü
yalanlayacaklarına, O'ndan ve O'nun davetinden yüz çevirerek beğenmeyeceklerine işaret edilmiştir.[115][392]
“ Elem Ya’lem bi ennellahe Yera”ayeti, Ebü Cehîl ve benzerlerim kıyamet günü ile tehdit etme manasını içermektedir.[116][393]

Ayette geçen istifham taaccüp (hayret) manasını içermektedir. Azgın kişinin, Allah'ın kendini gördüğünü bilmemesi, gerçekten de hayret verici bir durumdur. Bu gerçeğe ulaşmak için bir çaba sarf etmeye de gerek yoktur. Bu gerçek gün ışığı gibi bilinen gerçeklerdendir. Nefes almamız, güneşin varlığı ne kadar gerçekse, Allah'u Teala'nın insanları görmesi gözetmesi o kadar açık ve nettir.
“Yera”kelimesinin mefulu mana olarak bütün mevcudatı kapsadığı için hazf edilmiştir. Yani "Allah'ın her şeyi gördüğünü bilmez mi o?" manasındadır.[117][394]

[118]Dipnotlar
379 Kalem, 68/4.
380 Razî, XVI/21.
381 a.g.e., aynı sayfa.
382 Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5956.
383 a.g.e., aynı sayfa.
384 a.g.e., aynı sayfa.
385 Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5958.
386 Razî, XVI/ 22.
387 Hak Dini Kuran Dili VIII/5959
388 a.g.e., aynı sayfa
389 a.g.e., s. 5961.
390 Razî, XVI/ 22.
391 Fuad Abdulbakî, el-Mu'cem, s. 598.
392 İbn Aşur, XXX/ 449.
393 Razî, XVI/ 22.
394 İbn Aşur, XXX/449.
16-18. AYETLER (RABB'İN MEYDAN OKUYUŞU VE AZGINLIĞIN CEZASI)

Hayır, eğer bundan vazgeçmezse (onu) perçem(in) den yakalarız. O yalancı günahkar perçemden. O zaman (o gitsin) de meclisini çağırsın. Bizde Zebanileri çağırırız."

Ayettin basında geçen “Kella”nın tefsirinde değişik yorumlar yapılmıştır.[119][395]
l- Ebü Cehîl'i tehdit ve men etmektir.
2- Ebü Cehîl'in Muhammed'i yakalarsam boynunu ezeceğim sözü reddedilmektedir.
3- Ebü Cehîl`’in, "Allah'ın kendisini gördüğüne" dair bilgisini reddir. Mana, "Hayır! o, Allah'ın kendisini gördüğünü bilmemektedir." şeklindedir.

Yukarıdaki görüşlerden birinci görüş ayetin ve sürenin sıyakına uygundur. Zira bundan önce geçen “Kella” tehdit içeren taaccübü ifade etmektedir. Bir sonra gelecek olan “Kella” da aynı şekilde " o azgının durumunu ret ve korkutmadır. Arada kalan “Kella” için en uygun olan "tehdit ve men etmek" manasında olmasıdır.
Zikredilen diğer iki görüş, ayetin sıyakına pek uygun düşmemektedir. Buna göre:”Kella”ya, "Ebü Cehil'in Resul'ün boynuna basacağını reddetme" manasını vermek, daha önce ayetler de böyle bir şey zikredilmediği için kabul görmemektedir.
Bir evvelki ayette Ebü Cehîl'in, "Allah'ın gördüğünü" bilmediği ”Elem Ya’lem bi ennalahe yera” hayret ifadesiyle anlatılmıştır. “Kella” yı ikinci bir defa nefy için kullanmanın manası yoktur.

“Lein” lafzındaki “Lam” kasem için başlangıçtır. Şanı uluhiyyetime yemin olsun, Celalim hakkı için eğer...[120][396] demektedir.

“Le Nesfean” da ki “Sef’in”ne olduğu konusunda çeşitli görüşler zikredilmiştir.[121][397]
1) Bir şeyi tutup çekmek manasındadır.[122][398] İbni Abbas'ın, Kureyş luğatına göre "Tutmak" manasında olan “Le ne’huzenne” şeklinde bir kıraati vardır.[123][399]
2) Vurmak (Tokatlamak) manasınadır.
3) Karalama manasınadır. “es-Sef’u” sac ayağı (üzerine tencere konulan üç taş)
manasında olduğundan kendisine bu karalama manası verilmiştir. Buna göre mana "onun alnını cehennem ateşi ile karalayacağız." dır.
4) “Le nesimmenehu” Damga vurup işaretleyeceğiz" manasınadır, İbni Abbas "biz, burnunun
üzerine damga vurup onu işaretleyeceğiz" [124][400]ayetinin Ebü Cehîl hakkında indiğini söylemiştir.
5) “Le nüzillennehü” Onu zelil edeceğiz manasınadır.

Yukarıda zikredilen görüşler içinde en uygun, birinci görüştür. Alından çekip sürüklemek: yüze vurmadan, tokat atmaktan, damgalamaktan çok daha etkili ve zelil edicidir.[125][401] "Ateşle karalamak" anlamını vermek ise, Ebü Cehîl'in cezasını cehennem azabına tecil etmek olur. Rezil ve zelil etmeyi, tehdit etmeyi yalnız ahirete ait kılmaktansa, hem bu dünyaya, hem ahirete şamil olan bir yorum kullanmak daha yerindedir. Ebü Cehîl bu dünyada rezilliğin en büyüğünü yaşamıştır. Zayıf, çelimsiz, ufak boylu bir sahabi olan [126][402] İbni Mes'ud tarafından boynu kesilmiştir, İbni Mes'ud taşımaya gücü yetmediği için perçeminden tutup sürükleyerek çekmiş ve Resulün huzuruna getirmiştir.[127][403]

Alından, perçemden tutup çekilmek Türkçe’de de " Yüz üstü sürünme" deyimiyle beddua şeklinde kullanılmaktadır. Alın, başın bir parçasıdır. Baş ise, insanın şahsiyetini, şerefini temsil etmektedir.Başın dik durması, öne eğilmemesi insanın alnı açık olduğunu, utanacak bir şeyi olmadığını, şerefli olduğunu göstermektedir. Baş, adeta insanı temsil etmektedir. Bu manayla bağlantılı günümüzde ; "Baş ağır gerek kulak sağır.- Baş başa bağlı baş da padişaha. -Baş sağ oldukça börk eksik olmaz. -Başa gelen çekilir. -Başı göğe erdi. -Başı tasa geldi. -Başından neler geçmedi. -Başına gelen bilir. -Başını bu uğurda verdi." Gibi atasözler ve deyimler bol bol kullanılmaktadır.[128][404]

Kur'an hattında “Le nesfean” olarak yazılan kelimenin sonunda şeddeli bir nün vardır. Orijinal hat “Le nesfeeanne” şeklindedir. Vakıf halinde cezimli nün elife çevrilmiştir.[129][405]
Ayette, Abdullah İbni Mes'üd'dan “ Le esfeanne bin-Nasiyeh ve Le esfean” şeklinde iki değişik kıraat rivayet edilmiştir [130][406].

Kuran’da iki defa zikri geçen [131][407] “Nesiyeh” alına sarkan saç perçemine denir. Saçın bulunduğu yer (alın) manasına da geldiği söylenmiştir.[132][408]

Ayette alın –perçemin zikredilmesi, Ebü Cehîl ve onun yolunda gidenleri azapla tehdit etmede bütünleyici bir mana taşımaktadır. Başın insanı temsil etmesi gibi onun bir parçası olan alnın da insanla bütünleşen bir manası vardır. "Alın yazışı değişmez. Alna yazılan başa gelir. Alın yazısı gibi deyimler; [133][409] alnı ak olan insanın şerefli bir insan olduğunu, alnından çekilip atılan kimse ise şeref ve kişiliği adına her şeyini kaybettiğini ifade eder.
“Le Nesfean” kelimesinde kullanılan biz tabirinden kasıt, Allah ve melekleridir.[134][410]
“Nasiyetin Kazibetin Hatieh - O yalancı günahkar perçeminden”

Bu ayette geçen “Nasiyeh” kelimesi bir önceki ayette geçen“Nasiyeh” lafzından bedeldir.
Günahkarlığı ve yalancılığı alna yüklemek, edebî bir tabirdir. Alın, insanın şerefi ve şahsiyeti için bir semboldür. Sembolün yalancılığı ve günahkarlığı, tabiatıyla sahibinin yalancılığını ve suçluluğunu ifade etmektedir.
“Kazibeh”Ebü Cehîl'in yalancılığını, çok boyutlu incelemek mümkündür. Onun sataşmadığı, yalanlamadığı değer kalmamıştır. Ebü Cehil, nübüvveti kabul etmediği, Resül’e sihirbaz, kahin dediği için, hem Allah'a hem Resulüne yalan ve iftira atmış, gücü yetmeyeceğini bildiği halde "Vallahi şayet Muhammed'i Kabe'de görürsem boynuna basacağım" demiştir.
Ayette geçen “Hatieh” kelimesi günahkar (suçlu) manasındadır. “Hatie”kökünden gelen bu kelime "günahkar, suçlu" manasını taşımaktadır. “Ehtaa”kökünden gelen “el-Muhti’” ise "hatalı" manasınadır. Birinci tabirde kötü kasıt vardır. Cezasını çekecektir, îkincisinde ise niyet kötü değildir. Cezası da yoktur.[135][411] Ebü Cehîl'in yaptığı şeyler bir hata değil, kasıtlı olarak yapılan hareketlerdir, buna göre o suçludur ve günahkardır.
“ Fel yed’u Nadiyehu Seneduz-Zebaniyeh” O zaman o (gitsin)de meclisini (adamlarını) çağırsın. Biz de zebanileri çağırırız.

Ayetin iniş sebebi olarak İkrime, İbni Abbas kanalıyla şu hadis zikredilmiştir:
“ Abbas 'tan rivayet edildiğine göre. Peygamber (a. s) bir kere sinde Kabe 'de namaz kılıyordu. Ebü Cehîl sinirli bir şekilde gelerek ben seni bundan nehy etmedim mi? (diye sordu) Peygamber (s.a.v.) de ona dönerek ağır konuştu, (sert cevap verdi) .Ebü Cehîl dedi ki: Sen benim taraftarımdan daha çok hiç kimsenin taraftarı olmadığını gayet iyi biliyorsun. Bunun üzerine Allah-u Teala " O zaman o gitsin demedim (taraftarını) çağırsın. Bizde zebanileri çağırırız " ayetini indirdi. İbni Abbas derki; Vallahi şayet o meclisini çağıracak olsaydı Allah-u Teala 'nın zebanileri onun canını alacaklardı.” [136][412]

“en-Nadii” Kavmin toplandığı meclise denir. "Meclis, kulüp, parlamento, kurultay" [137][413] olarak çevirebileceğimiz kelimeden kastedilen mana, " O meclisin ehli ve insanlarıdır." Zira çağırılan meclis değil belki de orada bulunan insanlardır. Aynı kökten gelen “en-Nida” toplanmaya çağıran ses manasınadır.

Razî, bu ayette geçen olayın, bir mucizeyi ortaya çıkardığını söyler. Zira ayette geçen "çağırsın" emri, Ebü Cehîl' i kendi kulüp adamlarını çağırmaya teşviktir. Dostlarını çağırdığı an, zebaniler de gelecektir. Ebü Cehîl bu tehditten sonra böyle bir olaya cesaret edememiş, böylece Resul'ün mucizesi ortaya çıkmıştır.[138][414]

Allah'u Teala’nın (...çağırsın..... çağırırız) ifadelerinin altında Ebü Cehîl'le alay etmesi ve tehdit etmesi yatmaktadır. Ebü Cehîl, yukarıda zikrettiğimiz rivayette de geçtiği gibi kendiyle, kulüp arkadaşlarıyla devamlı övünmektedir. Çağırdığı an o arkadaşlarının hemen geleceğim, istedikleri işi yapacaklarını zan etmektedir.

Ebü Cehîl'in meclisi olarak bilinen "Darünnedve" Kureyş'li müşriklerin ileri gelenlerinin üyesi olduğu, faaliyetleri, Müslümanlar aleyhinde komplolar geliştirmek olan bir kulüptür.[139][415] Maddi güç ellerinde olduğundan halledemeyecekleri, yok edemeyecekleri hiç bir kuvvet olamayacağı zannına kapılmışlardı. Ne var ki bu komploların hepsi teoride kalacak, pratikte ortaya hiç bir şey çıkmayacaktır. Gerçek kuvvet sahibi olan Yüce Allah, tuzak kuranların tuzaklarını en iyi şekilde başlarına geçirecek ve Resul 'ünü hiç bir zaman yalnız bırakmayacaktır.[140][416] Allah her zaman Resulü’ne askerlerini göndererek yardım edecektir. Çünkü "Göklerin ve yerin askerleri Allah'ındır.[141][417] Yüce Rabb'in ordularını ancak kendisi bilir." [142][418]

Allah'u Teala'nın kudretinin karşısında bir hiç olarak bile ifade edilemeyen Ebü Cehîl'le, yüce Allah bu dört kelimeyle (Felyedu Nadiyehu- Seneduz- Zebaniyeh) alay etmiş, Resulü’nün kalbini güvenle doldurmuştur.
Ayette Abdullah İbni Mesüd'un “Fel yedu ila nadiyehu” şeklinde (harfi cer ziyadesiyle) bir okuyuşu vardır.[143][419]

“ Seneduz-Zebaniyeh-Bizde zebanileri çağırırız.”

Kök olarak “Zebene-Yezbinu”ikinci babdan gelen bu kelime, öteye itmek, kakmak, manalarını taşımaktadır.[144][420]
“Zenetin-Nake” devenin sütü sağılırken attığı çifte için kullanılmakta,
“el-Harbu tezbinun-nas”Savaşın insanları çarpıp darmadağın ettiği zamanda kullanılan ifade, “Reculun fihiz-Zebbuneh” (banın şeddesiyle) Kibirli (olduğundan hakkı elinin tersiyle iten kabullenmeyen) insan için kullanılmıştır,
“Zebanel akreb” Akrebin kuyruğundaki çatallara denir. Onunla adeta istemediği şeyleri itmektedir.[145][421]
Katade der ki:”ez-Zebaniyeh” Araplarda, polislere (koruyucu ve def edici) kişilere
verilen addır." Ferra'ya göre, meleklerden bir gurup, hem ellerini hem de ayaklarını kullanarak itme işini gerçekleştirdikleri için onlara bu ad verilmiştir.Kesaî'ye göre ise, Onlar Kuran’da "gayet katı, şiddetli" [146][422] şeklinde nitelendirilen meleklerdir.[147][423]

“ez-Zebaniyeh” kelimesi çoğuldur. Tekili ise: Kesaî'ye göre: “Zibniyyun” Zeccac'a göre, “Zibniyyetün” Ahfeş'in bir rivayetine göre: “Zebani”diğer bir görüşüne göre “Zabinün” dür. Bazıları ise müfredinin Araplar tarafından bilinmediğini ileri sürerek müfredi olmayan bir çoğul olduğunu söylemişlerdir.[148][424] Bütün bu görüşlerin ortak noktası “ez-Zebaniyeh”in azap melekleri olduğu noktasındadır.
Bu kelime, Türkçe’de de aynı ifadelerle kullanılmaktadır. Sözlüklere baktığımızda "Cehennemlikleri cehenneme atmaya memur melek" şeklinde açıklandığını görmekteyiz.[149][425]

Ayetten çıkan manaya baktığımızda, “ez-Zebaniyeh” hakkında zikredilen görüşlerin
ayetin sıyakına uymadığını görüyoruz. Zira ayette ifade edildiğine göre, Ebü Cehîl kulüp arkadaşlarını çağırdığı anda zebaniler tepelerine binecektir. Nitekim yukarıda zikredilen hadis de aynı ifadeler kullanılmaktadır, İbni Abbas der ki; Vallahi şayet o meclisini çağıracak olsaydı Allah-u Teala'nın zebanileri onun canını alacaklardı." [150][426]

Kurtubî'de geçen bir rivayette ise "onu perçeminden yakalarız" ayeti indiğinde, Ebü Cehil "Ben de kavmimi çağırırım, onlar beni senin Rabb'inden korur" diye cevap vermiştir. Resülullah, "o meclisini çağırsın biz de zebanileri çağırırız." ayetini okuduğunda ise “ez-Zebaniyeh”kelimesini duyan Ebü Cehîl korkuyla kaçmıştır. Kendisine "Muhammed’ten korktun mu?" diye soranlara "hayır, O'ndan korkmadım. Ancak onun yanında bir atlı, beni zebanilerle devamlı tehdit ediyordu. Ben zebaninin ne olduğunu bilmiyordum. Atlı bana doğru yöneldiğinde beni yemesinden korktum" dedi.[151][427]

Anlaşıldığına göre ayette dikkat çekilmek istenen şey, azabın Ahirete yönelik yüzünün yanında, Dünyada da böyle bir cezalandırmanın olabileceği hususudur. Ayette geçen zebanileri, Ahiret de cehenneme iten azap melekleri olarak nitelendirmektense Allah'ın askerleri şeklinde yorumlamak daha gerçekçi olacaktır. Zaten bu askerlerin Allah yolunda verilen savaşlarda Müslümanlara yardım ettikleri Kur'an ayetleriyle sabittir.[152][428]

17 ve 18. ayetlerin tefsirinde Bursevî, mistik bir yorum yaparak değişik bir açıdan yaklaşmıştır. Bu yoruma göre, Ebü Cehîl, "nefs-i emmare" yi temsil etmektedir. Onun meclisi ise, arzu, heves ve zulmet karanlıklarıdır. Allah takva üzere yaşayan kullarım, nefs-i emmarenin eline vermeyecek onları kendi fazlıyla koruyacaktır.[153][429]

[154]Dipnotlar
395 Razî, XVI/ 423; İbn Aşur, XXX/ 449.
396 Hak Dini Kur'an Dili, VIII/ 5960.
397 Razî, XVI/23
398 İbni Kuteybe, Tefsîri Garibi'1-Kuran, s. 533, Beyrut 1978, Daru'l-Kütübü'l-İlmiyye.
399 Abdullah İbni Abbas, Kitabu Ğarîbi'l-Kur'an, s. 78.
400 Kalem, 68/16.
401 Seyyid Kutup, Kuran’da Edebi Tasvir, s. 23, Trc.:Süleyman Ateş, İst. 1967, Hilal Yayınları.
402 Köksal, Hz-Muhammed (s.a.v.) ve İslamiyyet, II/ s. 76.
403 a.g.e., aynı sayfa.
404 Milli Kütüphane Genel Müdürlüğü/Türk Atasözleri ve Deyimleri, 1/50, 51, 2. B, İst. 1992, M.E.B. Yayınları.
405 Kasımî, Mehasinu't-Te'vîl, XVII/ 6215.
406 Muhammed Ahmed Hatır, Kıraatu Abdullah İbni Mesud, s. 175, Kahire 1990, Daru'l-İ'tisam.
407 Hüd, 11/56; Rahman, 55/41.
408 Razî, XVI/ 24.
409 Türk Atasözleri ve Deyimleri, 1/21, 22.
410 Razî, XVI/ 23.
411 a.g.e.,s.21.
412 Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, Bab.85, Hadis no: 3348.
413 Hak Dini Kur'an Dili. VIII/ 5961.
414 Razî, C. 16, s.25.
415 Kureyş kabilesinin atası sayılan Kusay (0.480), Huzaa kabilesiyle giriştiği mücadele sonucu Kabe'ye bakma ve Mekke'yi idare etme işini üzerine alınca Kureyş kabilesinin kollarım birleştirdi; daha önce çadırlarda yaşayan Mekkeliler'i Kabe merkez olmak üzere Mekke ve çevresine yerleştirerek onların meskenlerde yaşamalarım sağladı. Bu arada bazı Arap kabilelerinin elinde bulunan dinî vazifeleri, değiştirilmemesi gereken dinî gelenekler olarak gördüğü için yine onlara bıraktı. Kabe, hac ve Mekke idaresiyle ilgili sidane, hicabe, sikaye, rifade ile nedve ve liva görevlerim ise kendi üzerine aldı. Yaklaşık 440 yılında Kabe'nin kuzeyine, tavafa başlanan yerin arka tarafına Darünnedve denilen toplantı yerini yaptırdı ve kapışım da Kabe'ye doğru açtırdı. Darünnedve esas itibariyle bir asiller (mele') meclisiydi. Her türlü savaş ve barış kararının alındığı, görüşlerin belirlendiği, nikah merasimi ve ergenlik çağma gelmiş genç kızların gömlek (dir') giyme törenlerinin yapıldığı bu meclise Kusay oğulları'ndan başka Mekke'deki Kureyş boylarının kırk yaşından yukarı başkanları katılabilirdi. Hz. Peygamber ve Hulefa-yi Raşidîn zamanında ne maksatla kullanıldığı bilinmeyen Darünnedve'yi Muaviye b. Ebü Süfyan, Kusay'ın oğlu Abduluzza'nın torunlarından Hakîm'den veya Kusay'ın büyük oğlu Abdüddar'ın torunu îkrime'den satın almış ve burası hac için Mekke'ye gelen Emevî ve ilk Abbasî halifelerinin ikametine ayrılmıştır. Bu durum Harünürreşîd'in, "daru'l-imare" (hükümet konağı) adı verilen daha geniş bir binayı ikametgah olarak seçmesine kadar devam etmiştir. Halife Mutazıd Billah zamanında ise (892-902) sütunlar eklenerek bina Mescid-i Haram'a katılmıştır. Bugün Darünnedve'nin yerinde müezzin mahfili bulunmaktadır. İslam Ansiklopedisi, VIII/ 555, İSAM.
416 Duha, 93/3.
417 Fetih, 48/4.
418 Müddessir,74/31.
419 Hatır , Kıraatu Abdullah İbni Mes'üd, s. 175.
420 Lisanu'l Arab, III/ 1808.
421 a.g.e.
422 Tahrîm, 66/6.
423 Lisanu'l Arab, III/1808.
424 a.g.e.
425 Mustafa Nihat Özön, Büyük Osmanlıca-Türkçe Sözlük, s. 793, 5.B, Ankara 1973, İnkılap ve Aka.
426 Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, Bab.85, Hadis no: 3348
427 Kurtubi,XX/126.
428 Tevbe, 9/26, 42; Ahzab, 33/9; Feth.48/4; Müddesir , 74/31.
429 Bursevî, X/478.

19. AYET (İTAATIN FELSEFESİ)
Hayır ona boyun eğme; (Allah'a) secde et ve yaklaş !

Bu ayette geçen “Kella”’nın tefsirinde değişik görüşler ileri sürülmüştür.
1) Ebü Cehîl’i men etmek manasınadır.[155][430]
2) Ebü Cehîl'in "meclisim çağırma olayını" yahut "Resul’ü namazdan alıkoyma istekleri"nin olumsuzluğunu ifade etmek için kullanılmıştır.
3) İstiftah- cümle açılışı manasında kullanılmıştır.

Bu üç görüş arasında, “Kella”nın açılış için kullanılması, ayetin muhtevasına en uygunudur. Zira birinci ve ikinci görüşler daha önce ifade edilmiştir.”Le Nesfean” tehdidi, Ebü Cehîl için yeterli derecede men etme ve azarlama manasını zaten taşımaktadır. Bu manaları son ayetteki “Kella”tabiriyle tekrarlanmasında bir mana gözükmemektedir. Bu ayette ise, Resül'e ve Müslümanlara çok değişik bir mesaj sunulmaktadır. Bu ayette itaatin felsefesi sunulmaktadır. Ayette yasaklanan; Allah'tan başkasına itaat etmek, boyun eğmek, insanlığın en büyük ayıbı olan Yaralanma karşı ihanettir.

İtaatin, boyun eğmenin yalnız Allah'a ve Resü'lüne yapılacağı çeşitli ayetlerde değişik kelimelerle zikredilmiştir.
Mesela, “Etiiü”kalıbında 13 ayette, [156][431]
“Etiiun”kalıbında 11 defa zikredilmiştir. Bu ayetlerde, Allah'a itaatin gerekliliği emredilirken başka ayetlerde ise tersinden bir yaklaşımla “La Tudi’-itaat etme" şeklinde emirlerle Resul, ve Müslümanlar, itaat mefhumunu kavramaya yönlendirilmiştir. Bu "itaat etmeme emri" ile bazen kafirlere,[157][432] bazen münafıklara,[158][433] bazen de yalancılara dikkat çekilmektedir.[159][434]

İtaatin ancak Allah'a olabileceğini, sahih hadislerde de görmekteyiz.
Buharî'nin bu konuda şöyle bir rivayeti vardır.
Abdullah'ın rivayet ettiğine göre, "Müslüman kişiye düşen, -hoşuna gitse de gitmese de- işittik, itaat ettik (demek) tir. Bir günahla emir olunduğunda ise, ne işitmek vardır ne de itaat. " [160][435]
Diğer bir rivayette:
Ebü Hüreyre'nin rivayet ettiğine göre," Her kim itaatten çıkar, cemaatı terk ederek ölürse, cahiliye ölümü üzere ölmüş olur." [161][436]

İtaat: Hak olan , doğru olan (Ma'ruf) şeylerdir. Hakka uymayan şeyler (Münker)' de ise itaat yoktur. Hiç bir kimsenin, konumu ne olursa olsun, Allah ve Resü'lü adına münkeri emretme yetkisi yoktur.
Buharî'de bu konuya şöyle bir hadis zikredilmiştir;
Hz.Ali'nin rivayet ettiğine göre: Resülullah (s.a.v.), Ensar’dan (Abdullah b.Huzafe adında) bir kişiyi seriyyenin [162][437]basına komutan yapmış ve onunla beraber gidenlere, komutanlarının sözüne "itaat etmelerim" emretmişti. Komutan bir şeyden öfkelendiğinde "Size Resülullah bana itaat etmeniz! emretmedi mi?" diye sorunca, onlarda "evet" dediler. Oda "Bana odun toplayın"'diye emir verdi. Askerler odunu toplayınca onlar tutuşturmaları için emir verdi. Onlar da ateşi yaktılar. Komutan "Girin içine" diye emir verince, askerlerden bazıları girmeye yeltendi. Bazıları ise "Biz Resülullah'a ateşten (kaçmak için) sığındık, (şimdi kendimizi ateşe mi atalım Dediler.) Bu tartışmalar sürerken ateş kendiliğinden söndü. Komutanın da öfkesi dindi. Peygamber (s. a. v.) 'e bu olay intikal ettiğinde: "Şayet o ateşe girselerdi kıyamete kadar çıkmazlardı (azap içinde kalırlardı.) Taat Ma 'ruftadır" buyurdu" [163][438]
Sürenin son ayetinde böylesine önemli bir gerçek, Resül’e ve insanlığa sunulmaktadır.
Bu sebepten, ayetin başındaki “Kella” nın istiftahiyye-açılış manasında olması daha uygun olacağı kanaatindeyiz.

“Üscüd”kelimesi “Secede-Yescüdü” kökünden (l.babdan) emir olarak gelmiştir.
Secde kelimesi Arap dilinde “Hadaa-boyun eğme, baş eğme” manasınadır. Cahiliye
zamanında da kullanılan bu kelime, İslam’ın gelmesiyle gerçek mahiyetine kavuşmuştur. Namazla bağlantılı secde, anlı yere koyma manasına kullanılmıştır.[164][439]

Okyanus namıyla meşhur Kamus'ta “Sücud” kelimesinin değişik bir manasına dikkat çekilerek şöyle denilmiştir: "Sücüd, ayak üstünde sütun gibi dik durmak manasında olup secde etmeyle zıt olur. “Yukalu Seceder-Reculü iza intesabe” [165][440] yani kişinin ayakta dimdik durması da aynı kelimeyle ifade edilmiştir. Burada ortaya çıkan bir incelik dikkatimizi çekmektedir. Secde olayı bir yerde iki büklüm olup azalarla yerle temas etmeyi ifade ederken bazen bunun tam zıddı olan ayakta dimdik durmayı ifade ediyor. Bu iki ifade her ne kadar birbirine zıt gözükse de ikisi birbirini tamamlayan ifadelerdir. Kişi secdesini yerine göre kafirlere karşı izzetli olması gibi [166][441] dimdik durmayla ifade edecektir. Bazen de iki büklüm olarak tevazünün sınırlarını sergileyecek Müslümanlara karşı çokça hoş görülü olacaktır.[167][442]

Kur'an-ı Kerim'de “Secede”kökünden türeyen 92 ayet değişik kiplerde bulunmaktadır. Mesela: “es-Sacidin” kelimesi 10 defa,
”Mescidün”20 defa geçmektedir.[168][443]

“Üscüd”ifadesi ile 2 yerde geçmektedir.
1-İnsan/ 26 da geçmektedir. “ Ve minel-Leyli fescüd lehu ve Sebbihhu leylen Tavila”
"Gecenin bir kısmında ona secde et. Gecenin uzun bir bölümünde de O 'nü tebih et."
Bu sürenin Mekkî veya Medenî olması ihtilaflıdır. Cumhura göre Medenîdir, İbni Abbas, Mukatil ve Kelbi 'ye göre Mekkî dir [169][444] İnsan süresindeki secde emrinde, Alak süresinden değişik olarak gözümüze çarpan, salt secde değil akşam ve yatsı namazlarım kılma emrini ifade etmesidir.
2-Alak süresinde, 19. ayette geçmektedir. Bu sürede geçen secde emrinin, namaz kılma veya tilavet secdesi olduğunda ihtilaf edilmiştir.

Alak süresinin son ayeti, tilavet secdesi olarak kullananların delilleri şöyledir:
a- İbni Ebî Şeybe'nin Hz. Ali'den rivayet ettiğine göre, Azaim (vazgeçilemeyecek secdeler) dörttür. “ Alak Suresi, Duhan Suresi,Necm Suresi, Secde Suresi ” secdeleridir.[170][445]
b- Ebü Hüreyre’nin bir rivayetinde, bu konuyu destekleyen bir hadis vardır: Ben Resülullah ile “İkra’bismi Rabbikellezi Halaka ve İzes-semaun şekkat ayetleriyle başlayan sürelerde secde ettim.[171][446]

Ayette geçen secdenin namaz secdesi olması da muhtemeldir. Önceden geçen ayetlere baktığımızda, ortada Resul'ün kıldığı, Ebü Cehîl'in men ettiği bir namaz vardır. Yüce Allah'ın da "Ona boyun eğme, secde et ve yaklaş' emri bulunmaktadır. Bu durumu göz önüne alırsak, secde emri, namazla bağlantılı bir emirdir.[172][447] Ne var ki, kullanımda "tilavet secdesi" olarak kullanılmaktadır.

Dipnotlar
430 Keşşaf, II/ 480.
431 Ali İmran, 3/32,132; Nisa, 4/59; Maide, 5/92, Enfal, 8/1,20,46; Taha, 20/90.
432 Furkan, 25/52; Ahzab, 33/61,48.
433 Ahzab,33/l.
434 Kalem, 68/8.
435 Buharî, Kitabu'l Ahkam, 4/3.
436 Müslim, Kitabu'l İmare, 13/1848.
437 Beşle üç yüz arasında veya dört yüz kişilik askeri bir gurup.
438 Buharî, Kitabu'l-Meğazî, Bab, 59, Hadis No: l.
439 Lisanu'1-Arab, III/ 1940.
440 Okyanus, 1/619, Matbaa Amire 1272.
441 Maide, 5/54.
442 Maide, 5/54.
443 Muhammed Fuad, el-Mu'cem, s. 244-245.
444 Kurtubî,XIX/118
445 Ahmed Naim, Sahîh-i Buharî Muhtasarı, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, III/ 353, 5. B, Ankara
1978, D.İ.B.Y.; Kurtubî, XX/ 128.
446 Tecrîd-i Sarîh, XX/ 128.
447 Kurtubî, XX/128.












































































































































































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder